Yıllarca önce bir arkadaşım bize kalmaya gelmişti. Çocuk kafası işte, salak salak şeyleri merak edersin ya, o da merak etmiş ve bana sormuştu; "Lan oğlum, kimbilir dünya'da kaç kişi şu anda sevişiyordur lan?" (Tabi orada sevişiyordu değil de argo bir söz kullanıyordu ama göğsümde yumuşattım da yazdım.) Sonra bunu tartışmıştık, uzun uzun... Uyumayıp da geç saatlere kadar dırdır ettiğimiz için de dayak yemiştik. Daha doğrusu yemiştim, misafiri dövecek değildi ya annem... Sonra arkadaşım bana üzülüp; "Sen de bana vur da bari ikimiz de dayak yemiş olalım." demişti. Hehehe gerizekalı...
Mahallede devam eden bir inşaatın önüne kum yığını dökülmüştü ve biz de mahallenin en salak çocuğunu kandıracağız diye tepesinden dibe doğru bi kuyu kazıp üstünü naylonla örtmüştük. (Çizgi film kafası) Ama işte hayat çizgi filmlerdeki gibi olmuyor kardiş, nım nım nım. Çocuk; "Hassiktirin lan" diyip gitti. Belki o da bir yerlerde bu tarz bir yazı yazmış ve bizden "Mahallenin salak kabadayıları..." diye bahsetmiştir. Zira sonrasında "O kadar uğraştık amına koyayım!" diye sızlanıp çocuğu döve döve çukura sokmuştuk.
Mahallede top oynamışlıkları olanlar bilirler, ya arabanın altına kaçar top ya da balkona, bahçeye... Mahallede top oynamak iyidir ama atan-alır kanunu meclisten geçtiği günden itibaren o top oynamalar işkenceye dönüşebiliyordu. Bizde de adamcağızın şansına top hep aynı balkona, o adamın balkonuna kaçardı. Adamcağız eşini kaybetmiş, iki tane kızıyla beraber yaşıyor ama kızları pek gözükmüyorlardı etrafta. Bir gün arkadaşlardan biri o balkona kaçan topu almak için su borusundan tırmandı, balkona atladı ve "Allaaaaaaaaaaaah, memelere geeeeeeeel!" diye bağırdı. Yaklaşık olarak 2-3 ay 'Sokak kapatma cezası" aldık. Resmen oynatmadılar bize o sokakta okullar kapanana kadar. Ulan meme işte, ne bağırıyorsun pezevenk!
İlkokul 3. sınıftan üniversiteye girene kadar her günümüzü, her anımızı birlikte geçirdiğimiz bir arkadaşım vardı. Arasıra tren garına giderdik onunla beraber... Önceleri hareket edecek trenin yoluna para koyup tren üzerinden geçtikten sonra o paranın ne olduğunu görmekti amacımız. Sonrasında ise "Acaba koşarak treni geçebilir miyiz lan?" oldu o amaç... Kalkışa yeni başlayan trenin sonundan 2-3 vagon ileri gidebildik diye bütün okula "treni geçtik oğlum!" diye anlatmıştık.
Bütün okulu "Sergen Yalçın benim amcam, onun da dayısı. Akrabayız biz zaten." diye inandırdığımızı hatırlarım. Biri de "Ulan bu nasıl akrabalık, anlamadım gitti." diye sormamış bak şimdi düşününce.
Aynı arkadaşımla bir zamanlar Sakarya'da faaliyette olan Arçelik Voleybol Okulu'nun idmanlarına gidiyorduk. (Voleybol okulu olmayabilir adı, onun gibi bir şeydi...) İdmanların dönüşünde de bir ev kestirmiştik gözümüze hem muhabbet ediyor hem de o evin camına taş atıyor, camda hareketlenme olunca da kaçıyorduk. Yine bunun gibi bir gün, camda hareketlenme olunca bir süre kaçıp sonra normal tempoya saldık kendimizi ve konuşa konuşa ilerliyoruz. Arkada, biraz uzakta koşan bir adam gördüm, aklıma o evde yaşayan biri olabileceği geldi ama pek ihtimal vermedim ta ki; "Sizi orospu çocukları sizi!" diye başlayıp "Bir daha taş atın da göreyim" şeklinde biten konuşması süresince dayak yiyene kadar koca adamdan.
Şimdilerde şehir dışına çıktığımda eğer annem arıyorsa öf pöf çekerim... Telefonu açar; "Ya anne iyiyim ben, niye durmadan arayıp kontrol ediyorsun?" diye de azarlarım. (İnsan annesiyle öyle konuşur mu eşek! diyenleri duyar gibiyim, haklısınız. Sonra ben de üzülüyorum.) Fakat sevgili anneciğim hiçbir zaman da şu anlatacağım olayı yüzüme vurmaz;
5-6 yaşlarındayım. İzmit'ten anneannem geldi trenle, 3-4 saat oturup bizimkileri falan görecek sonra da beni alıp gidecekti güya. Vakit geldi, annemle babam bizi istasyona kadar bıraktılar, trenin kalkış düdüğü çaldı ve benim o an annemi isteyesim tuttu. Anneannem bırakmadı tabi doğal olarak, "Manyadın mı evladım? Tren hareket ediyor... Evin yolunu nereden bulacaksın hem" dedi. Anneannemin kucağından fırlayıp trenden atladığım gibi, "Böhüeee anneeaaaaaaaa!" diye anıra anıra eve koştum. Cidden uzun yoldu lan şimdi düşünüyorum da... Nasıl buldum evi bir yana, o arada koşarken insanlar neler düşünmüştür kim bilir... Anneannemin yüreğine inmiş tabi, o zamanlar cep telefonu falan yok. Kadının bütün yolculuğunu zehir etmiş, ana kuzusu moduna girmişim. (İnsan anneannesine öyle yapar mı eşek! diyenleri duyar gibiyim, haklısınız. Hâlâ üzülüyorum.)
Yaz ayı, insanlar tatile gitmiş, leş gibi sıcak ve biz mahallede üç tane gerizekalıyız... Canımız sıkıldı, hava çok sıcak olduğundan dışarıda bir şey yapamıyorduk. Akranım olduğu halde at yarışı oynayan biri vardı mahallede, "Gel dedi x'i kekleyelim, paralarını alıp dondurma alalım." Oyunun adı; "Altılıcılık" Çocuğa evdeki boş kuponlardan birini verdik, o da doldurdu kafasına göre rakamları. Ben bahisçiyim, bana getirdi kuponu. Ben de kafasından koşuları anlatacak arkadaşa gösterdim. 6. ayağa kadar çocuğun bütün tahminler tuttu da altıda kaldı gariban. Bahse koyduğu parayla biz de dondurma aldık. Çocuk olayı nasıl anlayamadı, ben de hâlâ onu anlayamıyorum.
Müstakil bir ev/apartman vardı mahallede. 3 katlı aile apartmanı. Dedenin iki çocuğu, iki katta eşleriyle falan gibi bir durum işte. Onların çocukları da benim akranım, arkadaşlarım. Bir de bahçeleri vardı, arka tarafında tente, oturacak yerleri falan olan... Orada Karate Kid'çilik oynardık. Bunların üçü akraba, oyunu kuran onlar olurdu. Bana hep Miyagi-San olma rolü düşerdi. Dayanamadım bir gün, "Ya amına koyayım niye ben hep Usta bilmem kim oluyorum" demiştim, "Sana yakışıyor" demişlerdi. Bir daha soramadım o soruyu. Patronundan zam isteyemeyen ezik adam gibi... (-Artık bir zammı hakettiğimi düşünüyorum patron! -Sana bu maaş yakışıyor. -Eyvallah patron...)
Böyle geçen bir çocukluk... Şimdi, en azından buralarda, pek mahalle arkadaşlıkları kalmadı. O zamanlar beraber oynadığın mahalleden arkadaşlarını şimdi senin gibi büyümüş görünce şaşırıyorsun. Bazısı evlenmiş, bazısı yurt dışında hayat kurmuş arada tatile geliyor, bazısı hapise girmiş de çıkmış haberin yok... Türlü türlü hikayesi olan bir dünya çocuk, fakat hepimizin ortak noktası bir dönemler saçma sapan şeyler yaptığımız bir çıkmaz sokak, bir okul, bir tren garı vesaire... Görünce şaşırıyorsun, "Vay Tulum! Naber ya?" diyorsun, çocukluğunu hatırlıyorsun.
Mahallede devam eden bir inşaatın önüne kum yığını dökülmüştü ve biz de mahallenin en salak çocuğunu kandıracağız diye tepesinden dibe doğru bi kuyu kazıp üstünü naylonla örtmüştük. (Çizgi film kafası) Ama işte hayat çizgi filmlerdeki gibi olmuyor kardiş, nım nım nım. Çocuk; "Hassiktirin lan" diyip gitti. Belki o da bir yerlerde bu tarz bir yazı yazmış ve bizden "Mahallenin salak kabadayıları..." diye bahsetmiştir. Zira sonrasında "O kadar uğraştık amına koyayım!" diye sızlanıp çocuğu döve döve çukura sokmuştuk.
Mahallede top oynamışlıkları olanlar bilirler, ya arabanın altına kaçar top ya da balkona, bahçeye... Mahallede top oynamak iyidir ama atan-alır kanunu meclisten geçtiği günden itibaren o top oynamalar işkenceye dönüşebiliyordu. Bizde de adamcağızın şansına top hep aynı balkona, o adamın balkonuna kaçardı. Adamcağız eşini kaybetmiş, iki tane kızıyla beraber yaşıyor ama kızları pek gözükmüyorlardı etrafta. Bir gün arkadaşlardan biri o balkona kaçan topu almak için su borusundan tırmandı, balkona atladı ve "Allaaaaaaaaaaaah, memelere geeeeeeeel!" diye bağırdı. Yaklaşık olarak 2-3 ay 'Sokak kapatma cezası" aldık. Resmen oynatmadılar bize o sokakta okullar kapanana kadar. Ulan meme işte, ne bağırıyorsun pezevenk!
İlkokul 3. sınıftan üniversiteye girene kadar her günümüzü, her anımızı birlikte geçirdiğimiz bir arkadaşım vardı. Arasıra tren garına giderdik onunla beraber... Önceleri hareket edecek trenin yoluna para koyup tren üzerinden geçtikten sonra o paranın ne olduğunu görmekti amacımız. Sonrasında ise "Acaba koşarak treni geçebilir miyiz lan?" oldu o amaç... Kalkışa yeni başlayan trenin sonundan 2-3 vagon ileri gidebildik diye bütün okula "treni geçtik oğlum!" diye anlatmıştık.
Bütün okulu "Sergen Yalçın benim amcam, onun da dayısı. Akrabayız biz zaten." diye inandırdığımızı hatırlarım. Biri de "Ulan bu nasıl akrabalık, anlamadım gitti." diye sormamış bak şimdi düşününce.
Aynı arkadaşımla bir zamanlar Sakarya'da faaliyette olan Arçelik Voleybol Okulu'nun idmanlarına gidiyorduk. (Voleybol okulu olmayabilir adı, onun gibi bir şeydi...) İdmanların dönüşünde de bir ev kestirmiştik gözümüze hem muhabbet ediyor hem de o evin camına taş atıyor, camda hareketlenme olunca da kaçıyorduk. Yine bunun gibi bir gün, camda hareketlenme olunca bir süre kaçıp sonra normal tempoya saldık kendimizi ve konuşa konuşa ilerliyoruz. Arkada, biraz uzakta koşan bir adam gördüm, aklıma o evde yaşayan biri olabileceği geldi ama pek ihtimal vermedim ta ki; "Sizi orospu çocukları sizi!" diye başlayıp "Bir daha taş atın da göreyim" şeklinde biten konuşması süresince dayak yiyene kadar koca adamdan.
Şimdilerde şehir dışına çıktığımda eğer annem arıyorsa öf pöf çekerim... Telefonu açar; "Ya anne iyiyim ben, niye durmadan arayıp kontrol ediyorsun?" diye de azarlarım. (İnsan annesiyle öyle konuşur mu eşek! diyenleri duyar gibiyim, haklısınız. Sonra ben de üzülüyorum.) Fakat sevgili anneciğim hiçbir zaman da şu anlatacağım olayı yüzüme vurmaz;
5-6 yaşlarındayım. İzmit'ten anneannem geldi trenle, 3-4 saat oturup bizimkileri falan görecek sonra da beni alıp gidecekti güya. Vakit geldi, annemle babam bizi istasyona kadar bıraktılar, trenin kalkış düdüğü çaldı ve benim o an annemi isteyesim tuttu. Anneannem bırakmadı tabi doğal olarak, "Manyadın mı evladım? Tren hareket ediyor... Evin yolunu nereden bulacaksın hem" dedi. Anneannemin kucağından fırlayıp trenden atladığım gibi, "Böhüeee anneeaaaaaaaa!" diye anıra anıra eve koştum. Cidden uzun yoldu lan şimdi düşünüyorum da... Nasıl buldum evi bir yana, o arada koşarken insanlar neler düşünmüştür kim bilir... Anneannemin yüreğine inmiş tabi, o zamanlar cep telefonu falan yok. Kadının bütün yolculuğunu zehir etmiş, ana kuzusu moduna girmişim. (İnsan anneannesine öyle yapar mı eşek! diyenleri duyar gibiyim, haklısınız. Hâlâ üzülüyorum.)
Yaz ayı, insanlar tatile gitmiş, leş gibi sıcak ve biz mahallede üç tane gerizekalıyız... Canımız sıkıldı, hava çok sıcak olduğundan dışarıda bir şey yapamıyorduk. Akranım olduğu halde at yarışı oynayan biri vardı mahallede, "Gel dedi x'i kekleyelim, paralarını alıp dondurma alalım." Oyunun adı; "Altılıcılık" Çocuğa evdeki boş kuponlardan birini verdik, o da doldurdu kafasına göre rakamları. Ben bahisçiyim, bana getirdi kuponu. Ben de kafasından koşuları anlatacak arkadaşa gösterdim. 6. ayağa kadar çocuğun bütün tahminler tuttu da altıda kaldı gariban. Bahse koyduğu parayla biz de dondurma aldık. Çocuk olayı nasıl anlayamadı, ben de hâlâ onu anlayamıyorum.
Müstakil bir ev/apartman vardı mahallede. 3 katlı aile apartmanı. Dedenin iki çocuğu, iki katta eşleriyle falan gibi bir durum işte. Onların çocukları da benim akranım, arkadaşlarım. Bir de bahçeleri vardı, arka tarafında tente, oturacak yerleri falan olan... Orada Karate Kid'çilik oynardık. Bunların üçü akraba, oyunu kuran onlar olurdu. Bana hep Miyagi-San olma rolü düşerdi. Dayanamadım bir gün, "Ya amına koyayım niye ben hep Usta bilmem kim oluyorum" demiştim, "Sana yakışıyor" demişlerdi. Bir daha soramadım o soruyu. Patronundan zam isteyemeyen ezik adam gibi... (-Artık bir zammı hakettiğimi düşünüyorum patron! -Sana bu maaş yakışıyor. -Eyvallah patron...)
Böyle geçen bir çocukluk... Şimdi, en azından buralarda, pek mahalle arkadaşlıkları kalmadı. O zamanlar beraber oynadığın mahalleden arkadaşlarını şimdi senin gibi büyümüş görünce şaşırıyorsun. Bazısı evlenmiş, bazısı yurt dışında hayat kurmuş arada tatile geliyor, bazısı hapise girmiş de çıkmış haberin yok... Türlü türlü hikayesi olan bir dünya çocuk, fakat hepimizin ortak noktası bir dönemler saçma sapan şeyler yaptığımız bir çıkmaz sokak, bir okul, bir tren garı vesaire... Görünce şaşırıyorsun, "Vay Tulum! Naber ya?" diyorsun, çocukluğunu hatırlıyorsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder