14 Aralık 2010 Salı

Şili'li Madenciler Old Trafford'da

Şili'de bir maden göçüğünde günlerce mahsur kaldıktan sonra kurtarılan maden işçileri dün gece Manchester United'ın özel konukları olarak Manchester'da ağırlandılar. Bu konuda daveti yapan esas kişi de babası da bir maden işçisi olan Sir Bobby Charlton'mış bu arada. Şili'li madenciler Arsenal maçı öncesi Manchester United idmanını ziyaret edip imza aldıktan sonra Old Trafford'da maçı izlediler. Adamlar kurtulduklarından beri gerçekten hayatları değişti.

Fotoğraf: Guardian

9 Aralık 2010 Perşembe

Saras, El-Amin, Rubio


Fenerbahçe'nin Euroleague maçları benim için ilgi çekici hikayeler barındırmaya devam ediyor. Önceki hafta Saras'ın geri dönüşü ve El-Amin'i izlemek maç öncesi yeterince heyecan vericiydi. Bu haftanın menüsünde de Ricky Rubio'yu canlı izlemek var ki hem kendisi hem de o ne durumda olursa olsun müthiş heyecan verici bir olay bu benim açımdan (Derken maçtan önceki gün itibariyle oluşan bir durumdan dolayı maça gidemiyorum, oh shit denir ancak buna). Bunun sebebi de onun oyunculuğundan öte 8 Ocak 2008'de tanık olduğum o muazzam performanstan geliyor. O maça geçmeden önce Saras hakkında da iki kelam laf etmemek olmaz.

Hala içten içe kızgınımdır Jasikevicius'a, onun gibi çok özel birini beş senedir adam gibi izlemekten mahkumuz neredeyse. PAO ile belki tekrar Euroleague şampiyonluğu yaşadı falan ama onun değerinin gerçekten bilindiği bir yere gitmedi. Aynısını NBA'e giderken de yaşamıştı, onun rekabetçi ruhuna uygun, o zaman için başarıya daha yakın bir takım seçti kendine pek uygun olmasa da... Sonrası malum, onu kenarda her gördüğümde ben de bir of çektim derinden. Panathinaikos kararı bu kadar zamandır oynamayan bir oyuncu için kötüydü özellikle. Ona zirve yaptırmış bir coach ve oyun sistemini seçmedi ki yeşilleri Avrupa şampiyonu yapan adam olmasına rağmen ona hiç uygun olmayan bu ortamda ne yaptığını sorguladım sadece. Gerçi kendi içinde de yeterince karışıklığa her zaman açık, hatta ona zirve yaptıran coach Pini Gershon'un "Benim Jasikevicius'a ihtiyacım yok çünkü elimde Lynn Greer var." dediği bir ortama gitmemek de kendi içinde çok kötü sayılmayabilir başka bir açıdan bakınca. Onun Yunanistan serüvenine dair isteyenler şu leziz yazıya da bir göz atabilirler bu arada.

Kimilerine göre Euroleague'de binbir türlü sorunla uğraşan Cibona'dan sonraki en kötü takıma gitti birkaç hafta önce Saras, profesyonel kariyerine başladığı yere, en önemlisi de ondan yararlanmayı bilecek ve ona ihtiyaç duyan bir yere. Hiç hazır olmadan ve ligin en etkili dış savunmalarından birine karşı adam gibi süre aldığı ilk maçında yaptıklarından sonra o kaybettiğimiz yıllara tekrar yandım. Cemal Nalga'yı Petravicius'un gelişmiş modeli gibi gösteren bir adama ne denir ki? Iron Maiden'ın şaheserlerinden Wasted Years bile ne yazık ki bu noktada benim ihtiyaçlarıma cevap vermiyor. Rytas'a umut götürse de Saras, Top 16 için umutlar fazla değil ve sonraki aşamada başka bir takımla anlaşabileceğinden bahsediliyor eğer Rytas elenirse. Fazla vakti kalmamışken, onu seyredebildiğimiz her dakika önemli bir nimet artık, kıymetini bilecek bir yere gitmesini isterim Jasi'nin. Hepsinden önemlisi de Eurobasket öncesi kendini hazır tutsun istiyorum, oynaması lazım ülkesinde, en azından milli takıma güzel bir veda için. Zaten manitadan da ayrıldı, oynamaması için böylece benim gözümde tatminkar bir sebep de kalmadı. Yoksa tescilli dünya güzeli bir eşin varken, gelip üç ay kamp yapacaksın, sonra FIBA'nın keyfi düdükleriyle yolun kesilecek falan, ne işim var kanka ben de gelmem hani...


Rytas izlemek Saras kadar El-Amin'i izlemek için de bir şanstı. 2000'lerin ilk yarısındaki Beşiktaş'ın basketbolda baş kaldıran tavrının simgesidir herşeyden önce bu adam ki top oynayışına ayrıca hastasıyız zaten. Bu topraklarda aslında takımı oynatma özelliği bana göre kesinlikle skorerliğinin önünde de olsa atıcı guard olarak benimsenmiştir ki Telekom'daki anlatılmaz izlenir E-Sunt sistemi ile (tribute to Herr Pekdoğru) bunu çok anlamsız bulmasam da Beşiktaş'ta onu biraz olsun takip edenlerin benle aynı görüşü paylaşacağını düşünüyorum. Telekom döneminin zirve maçında da bulunmuş olmak ise unutamayacağım harika bir anı olarak kalacak bende. Herhangi bir ademoğlunun hayat enerjisini sömürebilecek akademik hayatımın en psikopat döneminin finallerinin ortasında gittiğim maçın beklentilerimi fazlasıyla karşılayabilmesinden nasıl bir maç yaşandığını tezahür edebilirsiniz sanırım. El Amin'in boş geçtiği ikinci yarıda attığı 33 sayı açıklanabilir bir şey değil. Tek başına o sezon ACB'yi de kazansa, Euroleague oynasa Final Four da yapsa sürpriz olmayacak, Kral Kupası'nı kazanmış, Avrupa'nın pek çok önemli takımını yirmilere yatırarak mağlup etmiş bir takımı nasıl darmadağın ettiğini görmek cidden paha biçilmezdi. Badalona'nın o sezon Avrupa'da kaybettiği tek maçtır ayrıca. O maça dair kafamdaki en unutulmaz an ise Barton'la Lavina'nın El-Amin'in bir basketinden sonra topu oyuna sokma sırasında birbirlerine biraz sinir, biraz şaşkınlık ama en çok da çaresizlik içindeki bakışlarıdır.

Batuhan, ilk maçında 90+5'de galibiyet golünü getirince sevinçten kendimden geçmiştim. Yalnız sevincim galibiyete değildi pek, daha çok Batuhan'ın çok önemli bir oyuncu olacağına inanmıştım o gün. Bazı özel isimler, mucizevi şeyleri yapabilecek şekilde yaratılırlar sanki, kariyerlerinin ilk parlama noktalarında da böyle özel şeylerin olduğu çoktur, o günkü sevincimin asıl sebebi de bu biraz batıl inanç tarzı yaklaşımımdı. (Batuhan'ın sonrasında geldiği konumu açıklayan en mantıklı komplo teorisi bana göre kendisinin o dönemler Gürkan Efendi'nin en sevdiği topçular shortlist'ine girmesidir.) Ricky Rubio da bu isimlerden biri sanki. İsmini ilk kez duyurduğu Avrupa Yıldızlar Şampiyonası'nda iki kez triple-double, bir kez de quadruple-double yapan, bununla da yetinmeyip final maçında 51 sayı, 24 ribaund, 12 asist, 7 top çalma ile oynayan ama daha da acayibi son saniyede orta sahadan maçı uzatmaya götüren basketi atan çocuktur o. O seviyede müthiş istatistikler yapanlar Enes Kanter ve Kosta Koufos örneklerinde de olduğu gibi genellikle pota altında oynayan kocaoğlanlardır. Bu sefer ise oyun kuruculuk meziyetleri diğer özelliklerinden çok daha fazla ilgi çeken bir oyuncunun olması büyük bir heyecan duymak için ziyadesiyle yeterliydi.



Son birkaç ay kendisi için pek iyi gitmese de ben hala çok büyük bir oyuncu olacağını düşünüyorum onun. Raul Lopez ilk çıktığında bile oyun kurucu pozisyonunda çok güçlü olacağı düşünülen İspanya'da onu geçeceği öngörülen Estudiantes'in fazla spektaküler çocuğu "İspanyol Çikolata" Sergio Rodriguez'den sonra ondan da üstün birinin ufukta görülmesiyle, bu kadar kısa sürede bu kadar çok muazzam guard'ın çıktığı bir yer olarak İspanya'nın basketbol tanrılarınca kutsanmış yer olduğunu düşünmememiz mümkün değildi. Sonrası ne olur orası ayrı bir konu ama geçen sezon adeta kusursuzluğu tanımlayan Barcelona'nın onun düşüşü sonrası geldiği durum bile onun değeri için bir gösterge.

8 Ocak 2008 akşamı salona finalden çıkıp uçarak gitmeye çalışmıştım, Badalona bench'inin arkasında oturup Rubio'nun tüm hareketlerini takip etmekti kafamdaki tek şey. Bir daha canlı izleme şansına erişip erişmeyeceğimin belirsiz olduğu özel bir adamı izlemek kadar kenara gelince nasıl high-five yaptığından (Murat Murathanoğlu'na rep bu arada, onun aksanıyla düşünün burada.), molada tahtaya çizileni nasıl takip ettiğine kadar her detay ilgi çekiciydi benim açımdan ki zaten bir spor seyircisi olarak özellikle de basketbolda sahada sürekli detayları kovalayan, bunlar üzerine düşünmekten ayrı bir zevk alan biri olarak onun konumu ilgimi biraz daha artırıyordu sadece. Ersan İlyasova'yı ilk kez izlediğimdekine benzer şeyler vardı aklımda öncelikle, Ulus'ta metro durağından çıkarken. Bilet baskısı yapan Ankaragüçlüler'e karşı bir daha sanırım hiç o günkü kadar umursamaz olmadım, o derece maçın heyecanı vardı bende. Salona girmemle beraber maç öncesi planlarımın patladığının farkına vardım, Telekom çevre okullardan topladığı veletleri oturmayı planladığım yere tıkıştırmış, yanlarında kadın öğretmenler de var, oraya sızmak mümkün değil. ULEB'in sitesinde görünen 2000 kişilik seyirci rakamına bile yetecek kadar çocuğun maç öncesi yaptığı gürültü sanırım öngörülmüş bir rakibi yıpratma planıydı ama daha çok onların dışında salona gelenleri bayıltmada başarılıydı. İstediğim yere oturmak mümkün olmayınca tam karşıya oturayım dedim, karşıdan izleyelim bu çocuğu. Şans da bu ki stretching'de tam önümüze denk geldi Rubio. Millet ısınırken, adam kenarda bacağına birşeyler sardırıyor falan, önce tırstık adam sakat mı acaba diye. Charlotte Bobcats'in sanırım Türkiye'deki tek temsilcisi Burak Davran'la haftalar öncesinde konuşmaya başladığımız maçın, sınavının saatiyle çakışması sonucu gelemeyişiyle o akşam, ahı tuttu adamın dedim içimden. Sonra suratındaki rahatlığı ve kendine güveni gördüm, rahatladım. İki dakika sonra da çıktı o da şut atmaya zaten. Şut atarken bacaklarının yerden ayrılmak bir yana fazla hareket etmemesi dış şutu ile ilgili defosunun sebebini açıklıyordu bir bakıma, çok çalışarak bile şutunu geliştirmesinin çok kolay olmayabileceğini söyledi maça beraber gittiğim arkadaşım ki yıldızlarda Ülker'de oynamış, Zaza Pachulia'nın gelişi sonrası basketbol kariyeri bitmiş biridir. Devre arasında bu maç bitti abi deyip, Tavacı Recep'e kaçtığı için hissettiği pişmanlıksa sanırın bir ömür boyu silinmeyecek. Neyse maç başladı ve 20 dakika boyunca salonda herkesin ağzı açık izleyeceği resital başladı. Eğer Ertem Şener maçı anlatıyor olsaydı, Ronaldinho'yu Rooney'i falan Erdem Türetken'i anlatıyor gibi anlattığını düşünürdünüz muhtemelen. Gerçi hala yıldız milli takımla Avrupa şampiyonluğunu nasıl yaşadığını çözemediğim, savunmayı boşver yeeeaaa, hızlı hücum yapalım, göze hoş gelen basketbol bu diye kafa ütüleyen Levent Topsakal'ın yorumculuğu da muhtemelen fazla aratmamıştır Ertem Şener'i.

Sahada olduğu ve olmadığı dakikalarda takımının oyunu bu kadar fark eden az adam bulunur ama böyle bir oyun zekasını ve saha görüşünü hayatım boyunca görmedim kesinlikle. Herşeyin bu kadar farkında, savunmanın yapabileceği hamleleri onun gibi düşünüp, tüm ihtimalleri değerlendiren, en iyi kararı alan ve tüm bunları saniyeden kısa bir sürede yapan birine tanık olmadım henüz. Gözler her saniye fıldır fıldır, yaptığınız en ufak bir hatayı bile anında cezalandırıyor. Daha da önemlisi o hataya sizi o kadar kolay zorlayabiliyor ki hayretler içinde kalıyorsunuz. O gün maçın gidişatını El-Amin'den çok onun faul problemine girmesi belirledi, özellikle El-Amin'in sazı eline almasıyla birlikte, o da dördüncü faulünü alıp kenara gelirken havluyu fırlattığı anda maçın nasıl sonuçlanacağına dair bir fikir sahibi olmuştuk. Sonrası ise yukarıda anlattığım hikaye... Bambaşka bir adam bu Ricky, Jasikevicius'ın bıraktığı noktada devralması gereken, herşeyden de öte büyük işler başarması gerektiğine inandıracak kadar özel, bir an önce düzelmesini çok istiyorum bu çocuğun bu yüzden de. Vamos Ricky!!!


5 Aralık 2010 Pazar

LeBron @ Cleveland


Daha fazlası için; kaynak.

20 Kasım 2010 Cumartesi

CSKA & Dule

Efes ile CSKA kaderlerinin birbirlerine bağlı olduğunu düşündüğüm takımlardır. Efes'in oldum olası CSKA'ya ters gelen yapısından dolayı da bu ikisinin birbirleriyle bağlantısı ilgi çekici gelmiştir bana; Mirsad, Langdon, Granger, Brown gibi Efes'ten sonra CSKA'da oynayan oyuncular keza. Hiçbir şey için olmasa bile sırf 98-99 ya da cCc Zalgiris cCc (Tyus Edney mi demeli yoksa?) sezonu olarak tanımlanabilecek o sezonda Zalgiris'in Abdi İpekçi'de Ülker'in fişini çekmesini takiben telefondan dinlediğimiz o efsane maç için bile ikisinin maçları her zaman farklı bir anlam ifade edecektir. İsmet Badem'in ekran başındaki mimikleri, telefon adlı cihazın handsfree özelliğinin belki de tarihteki en etkin kullanımı ve Murat Murathanoğlu'nun şaşkınlıkla mutluluğu bir arada aktaran sesi ve benim jenerasyonum için daha pek çok detay belki de...

90'ların sonunda ülkelerinin basketboldaki konumlarına paralel olarak biri yavaş yavaş Avrupa'daki konumunu sağlamlaştırırken diğeri aynı hızla geriliyordu. 2001'den sonra İstanbul'da bütçeler kısılır ve göreceli olarak mütevazi kadrolarla iyi işler yapılırken, Moskova'da Mirsad Türkcan ve Gordan Giricek imzaları ile temelleri atılan yüksek bütçelere karşı arzulanan noktaya erişilemeyen bir döneme girilirken 2005'te bir başka dönüm noktası gerçekleşti. İmkansızları başarabilen takım TAU'nun, CSKA'yı Moskova'daki Final-Four'da yenip, Ivkovic dönemini kapatırken, Messina döneminin başlayışı ve benim anlayışıma göre Avrupa'daki en doğru basketbolun oynandığı bir süreç. Sonuçta Moskova bu dört sezon boyunca iki kez kupayı alırken kalan ikisinde finalde Messina'nın panzehiri Obradovic'in Panathinaikos'una biri deplasmanda biri de verdiği bir devrelik avansı kapatmasına yetmeyen zaman nedeniyle daha iyi takım olmasına rağmen kaybediyordu. İstanbul'da ise aynı dönemde her sezon daha da geriye giden biracılarda coach değişiklikleri ve onları tanımlayan kelimelerden istikrardan yoksunluk göze çarpıyordu, Moskova'dakinin tam aksine. Hatta CSKA'nın Efes'e net bir üstünlük sağladığı tek dönem de bu periyoda dek gelmektedir. Messina sonrası kadrosu da bir kademe gerileyen CSKA'nın finale ulaşamadığı geçen sezon Efes iyice dibe vurup Top 16'e giremeyeşinin ardından yoğun şans faktörüyle en azından bu sefer ilk turda elenmiyordu. Bu sezon da şu ana kadar tersine dönen bu ivmenin devam ettiğini söylemek yanlış olmaz.

Geçen iki sezonda oynanan basketbol itibariyle Perasovic, enkaz aldım dese gıkımı çıkırmam şahsen. Hal böyleyken Efes'in şu ana kadar fena gittiğini düşünmüyorum kazanılan Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı da varsayarsak her ne kadar zirve takımlarla boy ölçüşmek için ciddi defoları olduğunu düşünsem de. Bu ikili arasındaki tuhaf negatif korelasyonu doğrulayacak şekilde CSKA da tepetaklak gidişini sürdürdü bu haftaki mağlubiyetle. Şu ana dek sadece sezon başı grubun en zayıf takımı olarak görülen Union Olimpija'yı evinde farklı öne geçerek başladığı maçta sıkıntılı bir şekilde mağlup ederken, diğer tüm maçlarda farklı kaybettiler. Önemli eksikleri vardı belki ama sonuçtan da öte oyunlarının pek de iç açıcı olmadığı gerçeği var ortada.

Birkaç yıl önce Sırbistan'dayken oradaki arkadaşlarla mevzu Sırp basketbolundan açılmışken hepsi Vujosevic'in adı geçtiğinde onun yetersizliğinden söz etmişlerdi-otostop işareti yaparak aynı zamanda- ki bu oyun hakkında bilgili, mevzuya yaklaşımı Kazım Kanat düzeyinden uzak kişilerdi hepsi. Sırbistan-Karadağ'ın 2003'teki performansının da etkisi vardı belki -her ne kadar Ostojic'in önemli bir parça olacak kadar görece zayıf bir Yugoslav kadrosu ile İsveç'e gelseler de- ama üst düzey takımlar için uygun biri olmadığından bahsetmişlerdi. Partizan'daki performansı o modeldeki bir takım için harikuladenin de ötesindeydi malumunuz, özellikle geçen sezon artık iyiden iyiye birkaç takımın tekeline girmiş Final-Four'a da ulaşarak muazzam bir işe imza atmış biri kendisi. Ki bunda bile bu süreçte yaptığı güzel işlerden çok sonuç alması ilgilendirmiş olabilir, sahada kazanmak dışında pek az şeyi düşünen Sırplar için. Dule, ülkesinde hem çok sevilen hem de çok büyük saygı duyulan bir karakter, saha dışındaki hayatıyla da. Benim aklımda da her zaman yer edecek anlardan biri Boras'taki son dakikaya kadar kafa kafaya giden bir eleme maçında takımı lehine verilmiş bir hakem kararını düzelttirebilmesi olacak. Buna karşın CSKA'nın halini gördükçe Sırp dostlarımdan duyduklarım aklıma geldi ilk önce. Dev bütçesi daralmakta olan CSKA nispeten mütevazi bir takımdan da muhtemelen iyi verim alabileceğini düşündüğü bir ismi getirdi takımın başına ama Dule şu ana kadar sorunları çözmek bir yana kendisi de ayrı bir soru işareti. Kendisinin basketbol anlayışında pivotlar hatta size olarak da oldukça büyük adamlar kayda değer bir öneme sahip. Pek çok uzundan iyi verim alarak onları önemli takımlara yolladı Belgrad'tan. Özellikle de on sene önce Muratpaşa ile Konya'daki bir hazırlık turnuvasında gördüğüm Slavko Vranes'ten aldığı verimi ve onun o zamanki halini gördükçe kendisine şapka çıkarıyorum-bu adamı ayrıca NBA'de gördüğüm ilk seferde de kendimi bayağı cimdikletmişliğim vardır-. Partizan gibi takımlarda bu tip adamlar değer bulsa da CSKA gibi zirve hedefi olan bir takım için içerdikleri defektlerle sıkıntı kaynağı olmaları kuvvetle muhtemel. Marjanovic, genç bir potansiyel olarak yetiştirilmek için ideal bir aday gibi görünüyor ama hem o hem de Sokolov gibi fazla uzun ama ağır adamlar rakip için öldürücü olamadığı zaman size daha çok sıkıntı yaratabiliyor. Big Sofo'nun bile oynadığı takımların temel sistemlerinin bir parçası olmak yerine sistem dışı bir faktör olarak kendine bir yer bulması da bunun bir sonucu. Hal böyleyken CSKA'nın ve Vujosevic'in çözmesi gereken sorun bana göre ciddi görünüyor. Buna karşın kadrosunda Langdon ve Siskauskas (Litvanya'nın 2010 hariç, 2000'li yıllardaki iyi ve kötü milli takım performanslarının arasındaki fark nedir acaba? Hayır, Jasikevicius değil.) gibi hastası olunacak iki adamı henüz ve yorgun döndüğü Amerika turnesi dışında beş dakikada fazla bir arada oynatamamış bir takımın bu ikiliyle beraber işlerin biraz düzelmesini umması da doğal bir beklenti olarak karşılanabilir. Hem CSKA hem de Dule'nin geleceğini merakla bekliyor olacağım şahsen.

16 Kasım 2010 Salı

Sir Türbülent


Malum bu fantastik insan şu sıralar aldığı ceza ile gündemde. Ben ise kendisini her türlü saçmalığına rağmen canlı dinlediğim kısa zaman zarfı içinde ortaya koyduğu fantastikliğiyle anacağım diğer özelliklerinden önce. Sivasspor'un lider olduğu dönemde kendisi bizim okula gelmiş, panel adı altında vaazını vermekteyken bir arkadaşın ısrarıyla, bir bakalım ne diyor diye salondan içeri atmamızla karşısında bulduk kendimizi. Ben cidden eğlenmem nedeniyle kalmak için ısrar etsem de arkadaşların sınavının olması ve vaazcımızın biraz da bayması nedeniyle sadece on beş dakika kaldığım o kısa süre içerisinde bu muhterem zat, futbolcularına kasadan 300-400 bin TL aldırıp bunu nasıl cemevine bağış için gönderdiğini, Sivas'a milyar dolarlık yatırımlar için bulunduğu lobi faaliyetlerini, Kızılırmak'ın çevresinin restorasyonunu nasıl planladığını ve daha neler neler ama en bombası aklımda kaldığı kadarıyla aşağıdaki bölümdür. İçerik açısından kendisinden duyduğum hiçbir şeyin beni içerik olarak şaşırtacağına inanmasam da anlatış şekli efsanedir. Telegol'e yıllar sonra kaybettiği kanı kazandıracak kişi yolunda en büyük adayımdır. Bu arada vaaz süresince arkasındaki ekranda atın üstünde şaha kalkmış, asker selamı verirken gözyaşlarıyla, arkasındaki dev Sivasspor logolu halının önünde Rayban sponsorluğunda gibi çeşit çeşit fantastik resimlerinin de slayt gösterisi halinde bulunduğunu belirteyim. Bu görsel şovla birlikte eğlence bir üst kademeye çıkıyor. Nacizane önerim eğer kendisine tahammül edecek sabrınız varsa bu tip onu dinleme olanaklarını sakın kaçırmayın hatta yaratın.

"Mesela Sivas'ta benim telefonumu herkes bilir, bilmeyen yoktur. Birinin borca mı ihtiyacı var, eli mi sıkışık ya da kefil mi lazım, ararlar beni. Geçen bir kardeşimiz ricacı oldu araba alacakken ona satmamışlar, kefil istemişler, beni aradı 'Ağabey senin ismini verebilir miyim?' dedi. 'Tabi kardeşim, ver şu galericinin numarasını ben hallederim hemen.' dedim. Sonra aradım galerici kardeşimizi, ağabey sen kefil oluyorsan tamamdır dedi. Keza, bütün marketler, büfeler hepsini tanırım. Hangi oyuncum nereden, ne zaman, ne almış kalem kalem haberi anında ulaşır bana. Geçen bizim çocuklardan biri gece 12'de 5 tane bira almış, tabi hemen telefon geldi bana. Aradım futbolcuyu, 'Oğlum birini şimdi iç, kalanları ben gelince beraber içeriz.' dedim. Sonra sabah futbolcu idmanda camız gibi, herşeyin üstünden atlıyor."

Emin olun canlı olarak yaratacağı etki anlatılmaz yaşanır boyuttadır.

10 Kasım 2010 Çarşamba

www.ivefan.com

Yıllar yıllar önce Volkan Güçler açmıştı bu siteyi. Takipçisi de vardı epey, o zamanlar Sixers'ta oynuyordu dayıoğlu. Volkan ağabeyim bir ara ortalardan kayboldu, site de uçtu gitti. Beşiktaş'a gelmişken; "Gürkan ivefan'i yeniden açalım mı kardeşim?" diye sordu, açıverdik biz de. Biraz aceleye geldi ama zamanla oturacaktır. En azından 1 seneliğine de olsa arşivimiz olsun, o gittikten sonra açıp açıp bakalım. Daha yeni geldi ama ben gideceği zamanı falan düşünüyorum arkadaş, olacak iş mi... Hoşgeldin Iverson, hoşgeldin ivefan...

2 Kasım 2010 Salı

Всё будет хорошо!

Bilgi saymaktan baska her boka yarayan teknolojinin medar-i iftihari aparatimin bozulmasinin ardindan kendimi buyuk bir boslukta hissettigimi, yalnizliklarimi kendimle bile paylasamayacak kadar aciz tavirlarim oldugunu itiraf etmeliyim.

Oyle ki masa basi-yatak ustu olarak tabir ettigimiz, gun icinde girdigim bir cok pozisyonda (misyoner, doggy falan bunlara dahil degil) bu can sikintisi anlari tamamen bir cin iskencesine donusuyor.

Bloggersadigim o anlarda hep bir cikis yolu aradim, kafami kaldirim baktigimda ileride bir isik gormeyi umdum ama oyle olmadi, bulamadim, goremedim... Asiri doz A4 cekmeye basladim.

"Twitter!" dedim usta, "Bana Twitter verin!"... Vermediler... Nikotin bandiymiscasina 140 karakterle sinirladigim post-it kagitlari yapistirdim vucudumun her tarafima.

Koskoca cift kisilik yatakta uzunca bir sure tek kisilik nevresim takimiyla uyudum. Bir nevi ipana curuk testi gibi, bir nevi sacinin yarisi Rejoice ile diger yarisi da baska sampuanla yikanmis gibiydi...

Icim el vermedi, "Lan" dedim "Henry, yarin obur gun eve hatun atsak rezil oluruz" Gittim cift kisilik nevresim takimi aldim, serdim, uzandim. Cift kisilik yatagimi cift kisilikli halinden kurtardim kurtarmasina ama bir Saldiray Abi gibi hissetmedim de degil hani kendimi bu cift kisilik yatak muhabbettinde kafa patlatirken...

"Buroda oturuyom, o ariyor: Saldiray para ver... Bu ariyor: Saldiray seviselim. Oteki ariyor: Soleryumda topless vaziyetteyim hadi gel. Ama olmaz ki canim! Bir insanin ustune bu kadar da gelinmez ki!"

Biliyorum, her sey daha guzel olacak bir sure sonra.

Biliyorum, bir sure sonra, ictigim vodkayi yarim saat sonra klozete bosaltmam gerekmeyecek.

Her sabah 6 sularinda agir bir, "Isemem lazim anasini satayim" duygusuyla uyanmayacagim gunler gelecek. Isemeye usenip uyanincaya kadar sikilan sikin tasagin agrisini cekmeyecegim zamanlar olacak...

Hicbir lanet sabaha uykumu alamadan "Merhaba got oglani seni" demeyecegim, eminim. Butun bir gunum "Bugun isten doner donmez kafami vurur yastiga yatarim haci" yalanina inanmakla farazi zaman bekciligi yapmaktan daha degerli bir anlama sahip olacak.

Sagda solda benim gibi gurbetteki Turklerin muhabbetlerine Fransiz kalmayayim diye izlemeye basladigim Ezel denen diziyi de hafizamdan sildirecegimi biliyorum.

Ezel, Kerpeten Ali, Ramiz Dayi ve Kenan Birkan bir gun gidiyormus...

"Yalniz Cansu Dere de havada karada, her turlu moruk..." muhabbetlerinin bir parcasi olmayacagim...

Bir gun hepsi bitecek.

Her seyin sonu gelecek.

Biliyorum.

Guzel gunler gorecegimi biliyorum...

Gunesli gunler...

Cok soguk burasi amina koyayim!

Ivan Ergic


Ivan Ergic ve Bursaspor ilişkisi ilk kez gündeme geldiğinde Ergic denenmek üzere Bursa'ya gelmiş fakat 1 hafta sonra anlaşma sağlanamayınca geri gönderilmişti 2 sezon öncesinin yaz kampında. Daha sonra ise Bursaspor o bölgeye başka bir transfer yapamayınca biraz da mecburiyetten Ergic'le sözleşme imzalamıştı. O gün, Ergic'in nasıl bir oyuncu bilmiyorduk tabii. Ergic sadece Basel'de uzun süre kaptanlık yapmış ve gençlik yıllarında Juventus kapısından dönmüş bir genç yetenekti. Daha sonra da açıkladığı gibi kariyerinden yeni bir heyecan arıyordu ve aradığı heyecan Bursa'daydı. Fakat Bursaspor'un da aradığı Ergic'miş belki de. Tarihimizin en büyük başarısında Ergic en önemli etkenlerden biriydi. Gerek görüşleri, gerek profesyonelliği, gerekse tavırları, kısacası her haliyle o bizim görmeye alışık olmadığımız bir futbolcuydu. Ülkesinde bir gazete köşe yazarlığı yapıyor, Marx'a inanıyor ve futbolu sadece geçimini sağlamak üzere severek yaptığı bir iş olarak nitelendiriyordu. Kısacası o tribünlerin ve futbolu gerçekten gönülden sevip, bir takım uğruna yollarına düşenlerin sahada vücut bulmuş haliydi. Ülkemizde Marksizm ile ilgili panellere katılır, her maçtan sonra formasını isteyen seyirciye formasını verir ve fotoğrafını çektirir, taraftara gerçekten özel olduğunu hissettirir Ergic. Ergic'i görünce keşke her oyuncumuz Ergic gibi olsa dersiniz tribünde.

Bunun en güzel örneklerinden birini de bugünlerde yeniden fark ettik. Ergic, Manchester United maçı için maddi durumu elvermeyecek insanlara dağıtmak üzere 630 adet bilet almış. Bu biletleri de tercümanı ve arkadaşları aracılığıyla çoktan, sessiz sedasız dağıtmış bile. Yarınki maçta 630 Bursaspor taraftarı belki de hayatları boyunca unutamayacakları bir akşam yaşayacaklar Ergic sayesinde. Ergic bir Bursaspor taraftarı değil, Türk bile değil ama bizim alıştığımız düzenin o kadar uzağındaki bunu düşünüp böyle bir jesti yapabiliyor. Bunu yapmak Ertuğrul Sağlam'ın, Ömer'in, Sercan'ın değil de Ergic'in aklına gelebilirdi. Bu bahsettiğimiz biletlerin fiyatları çoğu futbolcu için çok da mühim bir para değil ama bunu düşünmek ve şova dönüştürmeden yapabilmek mühim olan. Bundan önce de amigolar aracılığıyla biletlerin dağıtıldığı çok oldu bu memlekette ama kimse Ergic gibi düşünerek yapmadı bunu. İşte bu yüzden Ergic çok özel bir insan. Zaten kişiliğiyle hayran olduğum bu adama her hareketinden sonra daha da hayran oluyorum, efsane statüsüne çıkarıyorum kendi kendime. Bursaspor taraftarı olduğum için Ergic sayesinde daha da bir mutlu oluyorum. İyi ki yollarımız kesişmiş diye seviniyorum.
Ergic futbolu bıraktıktan sonra da bizimle kalsın istiyorum ama bir yandan da düşünüyorum şimdiki eski futbolcular gibi ikide bir git gel yaparak kendini rezil etmesin, bizim için özel olarak kalsın hep. Zaten onun böyle bişey yapacağını sanmıyorum, dediği gibi o sadece bir heyecan peşinde ve burdaki heyecan birgün bitince o da gidecek. Ertuğrul Sağlam sonrası Ergic hocamız olsa onunla da başarılar yakalasak ama bu ülkede onunla aynı dili konuşabilecek ne futbolcular, ne yöneticiler ne de medya var. O yüzden Ergic bizim Cantona'mız olsun, gelsin tribünde beraber bağıralım, beraber izleyelim maçları, beraber sevinelim her golde. Bizim için hep özel olarak kalsın.

27 Ekim 2010 Çarşamba

18 Ekim 2010 Pazartesi

Efsane

Del Piero hafta sonunda oynanan Lecce maçında attığı golle Juventus tarihine bir kez daha geçti. Zaten son 10 yıllık süreçte Juventus deyince akla gelen ilk şey Del Piero'dur benim için. Bu golle birlikte Serie A tarihindeki 178. golünü atan Del Piero kulübün bir başka efsanesi olan Giampiero Boniperti'yi yakalamış. Bir sonraki atacağı golde kulübün bu alandaki rekorunun da sahibi olacak. Del Piero zaten Juventus tarihinin en çok forma giyen (645) ve tüm kupalarda en çok gol atmayı başaran (277) oyuncusu. Bu rekoru da ele geçirdiğinde Juventus tarihindeki en önemli rekorların sahibi olmuş olacak. Bu rekorları da tekrar kırabilecek birinin olacağını sanmıyorum. Del Piero gibi oyuncular nadiren gelir bu dünyaya, o da bizim dönemimize gelen nadir oyuncuydu.

Bu arada Del Piero ile rekoru paylaşan Boniperti zamanında Juventus'da başkanlık da yapmış ve Del Piero onun başkanlığı döneminde Juventus'a transfer edilmiş.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Altyazisi Yok ki Hayatin... #1

Alkolluydum ve ne yaptigimi bile bilmiyordum. Ha, ne yaptigimin umurumda bile oldugunu sanmiyordum o an ama bunlari dusunebiliyordum.

Bezgin bezgin bakiyordu suratima, bir tatminsizligi oldugu belliydi fakat tatminsizligi beni o an kati suretle ilgilendirmiyordu. Yuzume bakmayi surdurdu, surdurdukce ben daha cok sinir oldum.

"Seks var ama gurultu yok" dedi...

Alicilarinin ayariyla oynamam gerekliydi, biliyorum, ama amacim kesinlikle daha fazla efor sarfetmek de degildi. Olsun ve bitsin istemistim, bununla yetinmeyecek gibiydi. Durdum...

Kapiyi gosterdim, "Defol git" dedim. Kapiyi gostermeden de defol git diyebilirdim, gostermeyi tercih ettim.

Zaten herhangi bir mantigin golgesinde uzanmak da degildi amacım.

Foto: Deviantart - Frosted Soul

cCc Nuri cCc


Nuri Şahin maç içinde kendisine 3-0 işareti ile geçen haftayı hatırlatan Podolski'ye hayatının ayarını son dakikada attığı galibiyet golüyle veriyor. Auf Wiedersehen Podolski.

14 Ekim 2010 Perşembe

Marvel - ESPN

ESPN Marvel Comics ile işbirliği yapmış, ortam şenlenmiş. Bunlardan daha vardır diye umuyorum, yakında karşımıza çıkar. LeBron illüstrasyonu süper. Orijinali için şuraya.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Rus mu?

"Son yıllarda transfere çok para harcadılar, çünkü Rus sahipleri var."

"Türkiye şampiyonu ile ilgili çok maç izledik. Kardeşim Martin ve izleme komitesi başkanı Jim Lawlor Bursaspor'un iki maçını izledi. Oraya gidip oynamak için uzun bir yol gideceğiz; ancak son durumlarıyla ilgili bilgimiz var."

Taraftarı tipik Türk atmosferini sahaya yansıtıyor. Ancak takım son yıllarda transfere önemli paralar harcadı. Dört Arjantinli ve iki de Brezilyalı oyuncuları var. Kulüp transferler için Rus sahibe teşekkür etmeli."

Ferguson Bursaspor maçı öncesi Bursaspor hakkında kulüp dergisi Inside United'a böyle bir röportaj vermiş. Ferguson'un maçları izleyen yardımcısı Oğuz Çetin mi? Ruslar nerden çıktı ve ikinci Brezilyalı kim Bursaspor'da? Hüseyin Cimşir olabilir mi?

Sir'ler de kayar durmaz yerinde...

12 Ekim 2010 Salı

Audi A3

Fotoşop: Yaptım, oldu.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Devil (2010)

Korku filmlerine olan merakım ve bu türün özellikle orta karar tadındaki vasat işlerine karşı fetişim, Shyamalan yağımcılığında çekilen Devil'i izlemem için yeterli bir sebep. İzlemem için belki ama sevmem için kesinlikle hayır...

Devil'in hikayesi Shyamalan'a ait... Bir iş merkezinin asansöründe 5 kişi mahsur kalır. İşin alengirli tarafı ise bu 5 kişiden birisinin şeytanın ta kendisi olmasıdır. Bu güzel senaryoya döken ise Brian Nelson. Kendisinin tanınmasını sağlayan ilk işi Hard Candy filmindeki ilginç çalışmasıydı ama sonrasında gelen senaryosunda, yine Devil gibi iyi bir hikayesi olan, çizgi roman uyarlaması 30 Days Of Night'ı yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Devil'da ortaya çıkan dini bütün işin teması ne kadarı kendisine, ne kadarı koyu bir Katolik olan Shyamalan'a ait, o kadarını bilemiyorum...

Devil'ı izlerken aklıma fazlasıyla REC geldi. İlk film de, devamı da... İlk REC'in en başarılı yanlarından birisi ortaya çıkan tehlikenin kaynağı konusundaki muallaklıktı. Olan bitenin kaynağı dini bir güç mü yoksa bilimsel bir ihmal mi olduğu film bittiğinde dahi anlaşılmıyordu. İkinci filmde ise en büyük sorun bu gizemi açıkça, izleyenin gözüne soka soka açıklamaları idi. Devil'da da defo bu. Asansörde yaşanan cinayetlerin şeytanın işi olduğu konusunda sizi kesinlikle şüpheye düşürmeye çalışmıyor. Eğer senaryo biraz daha alengirli olmaya çalışsaydı da izleyiciyi yaşananların, şeytani bir zihnin ince düşünülmiş kurnaz bir planı olduğu konusunda ikilemde bıraksaydı, ortaya gerçekten geren bir film çıkabilirdi. Şu anda ise zaten filmin 20. dakikasında kalbi temiz bir iş merkezi çalışanı 'Bu şeytanın işi diye' avaz avaz bağırmaya başlıyor ve siz de polislerin ne zaman adamın lafını dinlemeye başlayacaklarını sıkıntıyla beklemeye başlıyorsunuz.
Filmin hayal kırıklığı yaratan detaylarından biri de merkezde yer alan cinayetlerin oldukça sıradan ve hatta pespaye işlenmesi. 2010 yılında dar alanda yaşanacak böyle bir korku hikayesini çekmeye karar verdiyseniz, ölüm sahneleri için iyi bir planınız olması gerekir. Devil'da gördüğümüz gibi ışıkların 10 saniyeliğine kararması ve tekrar yandığında, birisinin, elektirik kablosuyla asılmak ya da ayna kırığıyla kesilmek suretiyle öldürülmesi gibi yaratıcılıktan uzak bir çözüm yolunuz varsa, belki o filmi henüz çekmemeniz gerekir. En azından daha iyi bir fikir bulana kadar... İlk cinayetten sonra asansörde ne zaman ışıklar gidip gelmeye başlasa, birisinin daha vadesinin dolduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Filmin din konusundaki tutucu söylemi net ve belli. Eğer başınıza kötü şeyler geliyorsa ya kötü bir insan olduğunuz içindir ve hak ediyorsunuzdur, ya da iyi bir insansınızdır ve bu durumda da fazla gürültü çıkarmadan kaderinize razı olmanız gerekir. Filmin ilerleyen dakikalarında asansörde mahsur kalan 5 kişinin de geçmişinin kirli olduğunu öğreniyoruz. Onları asansörden kurtarmaya ve neler olup bittiğini anlamaya çalışan ise karısı bir trafik kazasında hayatını kaybettikten sonra alkolik bir ateist olan dedektif... Yaklaşık 1,5 saat boyunca birisi şeytanın ta kendisi olan bu 6 kişinin tanrı ile olan imtihanını oldukça yüzeysel bir şekilde izliyoruz.

8 Ekim 2010 Cuma

Ryan Giggs

"As players, you just play for the club. I love Man United, I'm going to play for Man United, and that's what my focus is on."

Guardian'dan Simon Hattenstone imzalı, güzel bir Ryan Giggs röportajı. Giggs'in çocukluk yılları ve bu yıllarda yaşadığı problemler, Manchester United'a gelişi, Manchester United günleri ve Scholes, Neville, Nicky Butt, Beckham omurgalı treble kadrosu ve Giggs'in son yıllarda futbolculuktan daha farklı yönleriyle ortaya çıkan futbolculara ve futbol-para ilişkisine bakışları... Giggs'i sevmek için bir sürü daha neden, anlayacağınız. Röportaj için; tık.

7 Ekim 2010 Perşembe

Inception by Hitchcock!



http://www.youtube.com/watch?v=b5EBvRjh63Y&feature=player_embedded

Muassır medeniyetlerden kafası çalışan, hayal gücü yüksek, vakti bol biri bu yılın en sansasyonel işi Inception'a Alfred Hitchcock'vari bir fragman hazırlamış. İnsan merak etmiyor değil...

Ya Inception'ı Hitchcock yönetseydi? Peki Nolan bu çağın Hitchcock'ı mı?

6 Ekim 2010 Çarşamba

Resident Evil: Afterlife (2010)

Uyarı: Bu yazı, Resident Evil: Afterlife hakkında kalp kıracak denli spoiler içerir.

Paul Anderson 2002 yılında yönetmen koltuğunda başlattığı seriye, 2010 yılında serinin 4. filmiyle yeniden yönetmen olarak dönüyor. Aradaki 2 filmin yapımcılığını yapan ve Alien vs. Predator ile Death Race gibi vasat filmleri yöneten Anderson, Afterlife'ta ne yazık ki Resident Evil serisinin en kötü filmini çıkartıyor. Genelde sevmediğim filmler hakkında yazmayı sevmem, bu yüzden burada da lafı fazla uzatmamaya çalışacağım.

Öncelikle Afterlife, eğer fragmanına ve 3. filmin bıraktığı yere göre oluşturduğunuz beklentilerle gittiyseniz, büyük bir yalan. Doğru kelime bu; yalanın ta kendisi. 3. filmin sonunda Alice, Wesker'a, klonlarını kastederek birkaç dostuyla beraber yola çıktığını söylediğinde ve bu filmin fragmanında Alice, 'Saklandıkları yerde güvende olduklarını düşünüyorlar ama yanılıyorlar' dediğinde, eminim çoğu kişi benim gibi bu filmin bir intikam hikayesi olduğunu düşünmüştür. Bu beklenti kısmen doğru. Filmin ilk 10 dakikası kadar... O etkileyici 10 dakika içinde Alice ve klonları Umbrella'nın Tokyo merkezini basıyorlar, tozu dumana katıyorlar ve sadece gerçek Alice hayatını kurtarmayı başarıyor. Geriye kalan 1,5 saat boyunca ise Alice, Claire ve yeni dostlarının (aralarında Claire'in abisi Chris de var ki bu ikisinin karşılaşmaları saçmalıklar tarihinin jackpot'ı) Arcadia isimli bir gemiye ulaşma ve kefeni yırtma çabalarını anlatıyor. Tabii ki gemide de bi yamukluk var ama oraya ulaşana kadar manasız bir çok engelin içinden manasız bir çok atraksiyonla kurtulmaları gerekiyor.

Dediğim gibi öncelikle filmin vaat ettiği ve sahip olduğu arasındaki fark Darko Milicic'in draftı gibi... Bu yeterince sinir bozucu değilmiş gibi, mevcut olarak sahip olduğu da popcorn filmlerde iyi vakit geçirme uğruna sabrettiklerinizden bile kötü... Ben her zaman şu 'popcorn' tarzı macera filmlerini ve vaat ettikleri eğlenceyi sevmişimdir ama Afterlife benim bile hoşgörü sınırımı zorladı. Bu bütçeye sahip bir filmden beklenilmeyecek ölçüde zayıf dövüş ve aksiyon sahneleri ve kareografisi, lineer anlatım, sürprizsiz yapı ve Uwe Boll yazmış izlenimi veren bir senaryo... Anderson büyük ihtimalle bu filmi bir oyunu yazar gibi yazmaya çalışmış ama bir oyun ile bir film arasındaki fark tabii ki burada kontrolü elimizde bulunduramıyor olmamız ve bu filmin defolarını yoklayan sorunlardan biri de bu... Apocalypse ve Extinction her ne kadar klasik olmasalar da asla bu kadar sıkıcı ve tahmin edilir bir hale gelmiyorlardı.

Bir de son dönemin modası 3 boyut özelliğiyle gösterime girdi film biliyorsunuz. Avatar sonrası filmleri stüdyolarda sonradan 3 boyutlu hale getirme acuzeliği sonrası Afterlife teknik olarak daha iyi bir sonuç veriyor ama bu da izleyici ye mütemadiyen kameraya doğru uçan objeleri izlemek zorunda kalma mecburiyeti içinde bırakıyor. Anderson gibi iyi kötü bir kariyeri olan yönetmenin aksiyon sahnelerini böyle bir ezberle çekmiş olduğunu görmek çok acı.

Peki hiç mi iyi bir şey yok derseniz; filmin fragmanında çalan The Perfect Circle'dan Outsider büyük ihtimalle soundtrack'in nasıl olacağı konusunda bir fikir vermiştir. Tomandandy müziklerde harikalar yaratmış. Çoğu elektronik ağırlıklı olan bu şarkılar çoğu sahneyi farkında olmadan bir şekilde çekilir yapıyor. Filmin sonunda Outsider'ı yeniden duymak ise çok iyi geliyor. Milla Jovavic ve Ali Larter hala çok güzeller. 3. filmdeki Alice'ın hırpani halini çok tuttuğumu söyleyemem. Bu filmde alımı, çalımıyla beraber geri dönmüş. Alice demişken Milla Jovavic'in oyunculuğuna da değinmek zorunda hissediyorum kendimi. En iyiler arasında olduğunu falan söyleyecek değilim ama Ukraynalı bir eski model olduğunu göz önüne alırsak, şu anda fantastik bir çıkarıyor gibi duruyor. Özellikle ilginç bir gerilim filmi olan The Perfect Getaway'deki oyunculuğuna doğru okları yönlendiriyorum.

Belli ki Resident Evil'ın 5. filmi de geliyor ve tahminim 6. filmle bitirecekleri yönünde. Açıkçası kaç film süreceği sorun değil. Ne kadar sorunları olursa olsun şu anda bilgisayar oyunları uyarlamaları içinde en başarılı olan ve büyük ihtimalle en fazla tatmin eden iş, Resident Evil'ın ilk filmi ve devamı oldu. Bu yüzden devam etmesinde sorun yok ama zaten çok yüksek olmayan çıtanın altına da bu filmdeki gibi bu kadar bariz düşmenin anlamı yok. Daha da doğrusu mantığı yok. Paul Anderson, çok umutlu olmayarak çocuk yaşta başına oturduğum Mortal Kombat ile beni çok şaşırtmıştı. Etrafta film için söylenen tüm şu saçmalıklar umurumda değil. Mortal Kombat bir film için çok fazla malzeme veren bir oyun değildi ve Paul Anderson takdir edilecek bir seyirlik çıkarmıştı ortaya. Yaşımı başımı aldığım zaman izlediğim Event Horizon ile Anderson'ın, Mortal Kombat'tan çok daha fazlası olabileceğini düşünmüştüm. Event Horizon halen en sevdiğim bilimkurgulardan biridir ama sanırım artık Anderson için aynı umutları taşımıyorum. O filmi çeken adam nasıl olur da Alien vs. Predator gibi bir projeyi fiyaskoya çevirir, Death Race gibi anlamsız bir yeniden çevrim yapar ve Afterlife'ta 4 filmlik bir serinin en kötü işini çıkartır anlayamıyorum.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Adam Gibi Adam?

Ertuğrul Sağlam için "Adam Gibi Adam" lafı sadece Bursaspor taraftarlarının değil, hatta bunu bir keresinde kendisi hakkında da kullanmasının yanı sıra, medyanın da oldukça kullandığı bir söz. Medyadan tutarlı ve mantıklı hiç bir beklentim olmasa da bu durumu oldukça yadırgamışımdır hep, tuhaf geliyor her duyduğumda, anlamlandıramıyorum bir türlü.

Aslında Beşiktaş'ın başına geçtiği zaman iyimser bakıyordum ona her ne kadar kafamda soru işaretleriyle dolu olsa da zira en sevdiğim futbolculardan olmuştu her daim, milli takımla Norveç'e attığı goller ve Paris St.Germain'e attığı gol hafızamdan hiçbir zaman silinmeyecek anlar. Hepsinden öte adam akıllı yaşadığım ilk şampiyonluğun yolunu açan golleri atan adamın yeri mutlaka ayrıdır. Toshack'a onu defansta oynattığı için içten içe hep kızmış, Samsun'a zorla yollanış şeklini hiç hazmedememişimdir.

Bursaspor'u geçtiğimiz yıl pek seyretmediğim için oradaki antenörlük performansını iyi bir şekilde değerlendirmeme imkan yok ama ulaştığı sonuç çok özel bir takdiri hak ediyor elbette. Yine de hala şaşırmadan edemiyorum zira Beşiktaş'taki performansı tam bir fiyaskoydu bana göre. Kesinlikle enkaz olarak devralmadığı takımın üstüne birşeyler koyarak ilerlemesi gerekirken yaptığı her olumlu şeyi bozan, teknik taktikten öte mental olarak oraların hiç adamı olmadığını ortaya koyan bir görüntü çizmişti. Çoğunluğunu Birleşmiş Milletler'in yönetimine koysanız aynı gün içinde 3.Dünya Savaşı'nı başlatabilecek yetersizlikteki Beşiktaşlı spor yazarı geçinen adamların her dediğini ciddiye aldı, onlar o olmaz bu olur der demez ertesi maç tonla safsatayı uygulamaya koymak konusunda pek tereddüt etmedi. Fiziki açıdan güçlü, en önemli özelliği taktik disiplini ve devamlılığı olan ve ağırlığını oyun zekası ile kapatmaya çalışan orta sahada ideal, kenarda ise yavaşlığı ile çok sıkıntı çıkarabilecek Serdar Kurtuluş'u Tigana'ya sırf daha fazla bok atabilmek uğruna "sağ bek alındı bu adam sağ bekte oynaması lazım" diyen bir alay vasıfsız adamı dinleyerek harcaması hala cinleri tepeme çıkarmaya yetiyor. Şu anda bile Quaresma dışındaki herkese dudak bükmekte pek tereddüt etmeyen tribünlerin en sevdiği adamlardan biri haline gelen, Cisse'ye 16 no verildiğinde tepki gelmesi üzerine no değiştirilirken bu rezilliği kapatmak için 16 nonun Serdar'a verilmesi ile ona tepki gösterilemeyeceği fikrinin ortaya attıracak kadar sevilen bir adamı dibe vurdurdu adeta. Her ne kadar ceza sahası dışında İbrahim Toraman'ın müdahale etmeye çalışırken kıçına çarpan topun doksana gitmesi gibi ekstrem koşullarla dolu bir gün olsa da Anfield'daki o günde inşa etmek bir yana iyice bozduğu o takımın etkisi birinci sebep elbette. O günün kötü adamlarının arasında yıllardır aynı hataları yapmaktaki istikrarını koruyan Delinho-şimdi hatırlayamadığım yazarlardan biri Yahudi topçuya üç tane gol attırdı demişliği vardır, Benayoun yaban çiçeğim kastedilerek- ve sağ bekte başarısız Serdar Kurtuluş vardı. Gerçi Kayserispor'un başındayken Alkmaar'da da benzeri bir skordan ucuz kurtulmuşluğu vardır ki çok daha kendi içinde derli toplu bir takımla, keza deplasmandaki Marsilya maçında da adeta yarı sahayı geçmeyin emri verilmişçesene karaktersizçe oynayan, ilk şutunu sekseninci dakika civarında atan bir takımla da birkaç hafta önce rahatlıkla gelebilirdi bu sonuç-o şutu da kaleye uzaktan şut atmama konusunda inat eden Ricardinho'nun atması ayrı bir tuhaflıktır-. Mesele fark yemekten bağımsız sahada takımın gösterdiği karakterdi ve en büyük başarısızlığı da buradadır saha içinde.

Asıl sorunlarsa saha dışındadır. Sivok ve her sezon başında yollanmaya çalışılan Zapotocny'e 4'er milyon Euro'dan fazla para dökülmesinde, Legrottaglie yerine ne ara gelip ne ara gittiğini anlayanın pek olmadığı Diatta'nın alınmasında sorumluluğu yok değildir. Sinan Engin gibi bir tahıl zararlısının onun takımın başına geçmesiyle geri dönüp, Mustafa Denizli geldiğinde ona diş geçiremeyeceğini anlayıp ne hikmetse pırrr diye kaçması da sürpriz değildir. Yerli bir antrenörün büyük takımlarda fazla bir yaptırımı olmadığı ve durumun buradan göründüğü kadar kolay olmadığı muhakkak ama değil kendine sağladığı faydalar, takımı baltalamadaki onca icraati apaçık olan, futbolun duayeni Faik Çetiner'in yeni kankasının geldiği gün ya da onun verdiği zararları bizzat yaşarken istifa etseydi eminim ki şu an gönlümdeki yeri çok farklı olurdu. Her ne kadar saçmalık olmakla beraber o sözün tutulmaması en çok başkalarının işine geliyor ve asıl sorumluluk da onda bulunmuyor olsa da Sivas maçına PAF takımla çıkılmasını istememesi de güya Beşiktaş değerlerinin farkında biri için çok da iyi bir anektod değil. Bunların hepsinden de öte unutamadığım bir olay var ki karakterli birisinin bunu yapabilmesi pek de akıl karı olmasa gerek. Arif Erdem'in eğitimli elemanlarında Ekrem Ekşioğlu'nun yaptığı pisliği, ertesi hafta düdüğü bırakmakta zorunda kalacak Hakan Sivriservi maşasının es geçmemesi ile mağdur durumda olan oyuncusunu maçtan sonra resmen satmasıdır. Sinan Engin'in başı çektiği kötü sonuçlara bahane üretme işinde iyi olduğu aşikardı ama pek çok maçtan sonra laf ettiği hakemlere bu sefer haklı olduğu halde dokunmamış ama önündeki fırsatı kullanmış, gene sorumluluğu başkalarına atmıştı. Tüm bunları düşününce insan yönetim becerisine sahip görünmeyen ve mental açıdan değil Beşiktaş'ı hedefi olan hiçbir takımı kaldıramayacağını düşündüğüm birinin ciddi bir baskıyla bir şekilde baş edip takımını şampiyonluğa taşımasına çok şaşırmıştım. Bu işin başka bir yönü olmakla birlikte, Şampiyonlar Ligi'nde gelecek ilk kötü sonuçta tökezleyip tüm takımı değiştirebileceğini, gözler üstünde olduğunda ve işler kötü gittiğinde eleştirilerin altında ezileceğini hala düşünüyorum.

Hala da kötü sonuçlarda bahanelere sığınmaktan kaçınmayan, yenik durumdayken addedildiği gibi centilmenlikten uzak hakemlere karşı agresif ve baskı yapan birinin yukarıdakilerle birlikte örnek figür olarak ortaya konması ziyadesiyle tuhaf. Önceki sezon Dolmabahçe'de 0-0 biten maçta rakibi maçın çoğunu on kişi oynarken, galibiyeti düşünmemesinden öte yattığı zaman ayağa kalkmayı geçtim, birkaç kez kendisine en yakındaki rakip oyuncu beş metre mesafedeyken yere yatan oyuncularına laf etmeyen, devre arası soyunma odasına "Ertuğrul, takımını ayağa kaldır" tezahüratları eşliğinde giden biri için "Adam Gibi Adam" denmesini doğal karşılamak en azından benim açımdan pek mümkün değil. Bir de Allah aşkına İstanbul'a şampiyon teknik adam olarak gelip, kazandığın önemli bir maçtan sonra bula bula senin başını yiyen Sinan Engin'in programını mı buldun çıkacak...

Aslında bu postu iki hafta önce, Valencia maçı öncesinde yazacaktım ama bilgisayarım bana daha fazla dayanamayınca bugüne kaldı. Aklıma bunu getiren de Ertuğrul Sağlam'ın basın toplantısıydı. Ertem Şener'in daha önce UEFA'nın gelecek vaad eden yirmi teknik adamından biri olarak gösteriliyordunuzla başlayan sorusuna "benim kıymetimi Avrupa anladı ama buradakiler anlayamadı" mealinden verdiği cevabıydı. Hani tevazu göstermemek ayrı da o kıymetinin bilinmediği yerde ne yaptın da şu cevabı veriyorsun demezler mi adama. Farklı etmenler de vardı muhakkak ama ertesi gün alınan sonuç benim açımdan sürpriz olmadı onun geçmişine bakınca zira takımı mental açıdan hiç hazır değildi.

Son iki yaz boyunca Bursa'da bayağı bir vakit geçirdim ve Bursaspor hakkında konuştuğum hemen hemen herkesin ona karşı müthiş bir güveni var. Geçen sezondan sonra bu durumu gayet doğal karşılıyorum ama ona duyulan güvenin geçen sezonun başından farklı olmaması ise oldukça şaşırtıcı. O süreci taraftar olarak içeriden takip eden ve FBTV'den beter apaçilik yapan Olay TV'den farklı bir atmosferde aktarabilecek, Inglewood Gençlik'ten kardeşim İsmail'in kaleminden de okumak isterim. Kendi düzenleri doğrultusunda akıllı bir transfer dönemi geçirmeleri de onları benim açımdan biraz daha ilgi çekici kılıyor. Sağlam, beni şaşırtmaya devam mı edecek, bunu merakla bekliyorum açıkçası.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Blind Guardian-At The Edge Of Time (2010)

Nightfall in the Middle-Earth, Blind Guardian için tarihi bir noktaydı. BG'nin en büyük başarısı her takip eden albümde gerçekten bir adım sonrasını atmayı başarmaları ve power metal'den progressive power'a kusursuz bir evrim geçirmiş olmalarıydı. Nightfall daha çıkmadan onların asıl sıçramayı yapacağı albüm olarak gözüküyordu. Albüm tüm beklentilerden bile daha iyi olmuştu. Tarihe heavy metal'in en iyilerinden birisi olarak geçti ve onlara kariyerlerinin sonuna kadar yetecek bir kredi kazandırdı.

Ardından gelen A Night At The Opera'da progressive tema çok daha baskındı, müzikal olarak daha büyük düşünen bir BG vardı. Rush için Farewell To Kings albümü liriksel açıdan ne ise, BG içinde bu albüm oydu. Rush o albümde sadece epik atmosferi değil, mistik şarkı sözlerini de bir kenara bırakmıştı. BG de Opera ile Orta Dünya, Hobbitler, Krallar ve Elfleri bir kenara bırakmıştı. Ama Opera ile takip eden A Twist In The Myth'in iyi şarkıları olan iyi albümlerden öteye gidememesinin sebebi tam olarak bu değildi. At The Edge Of Time ile görüyoruz ki Hansi ve takım arkadaşlarının potansiyelleri en iyi Nightfall kafasında çalıştıklarında ortaya çıkıyor.
BG, Opera kayıtlarında ilk başlarda ortaya çıkan Orta Dünya temalı şarkıları bir kenara kaldırmıştı ve hatta kayıt sürecine yeni fikirlerle gelmek için ara vermişlerdi. BG gibi ortalamanın çok üstünde bir yeteneğe sahip olduğuna inandığım gruplar böyle radikal kararlar aldıklarında, mutlu oluyorum. Onların sınırları tahmin edilemez potansiyelleri ile yeni limanlara yanaşmalarını görmek ve bunun sonuçlarını deneyimleme fırsatı beni heyecanlandırıyor. BG'nin çok da radikal olmayan ama tehlikeli sayılabilecek bu çabasını da takdir etmiştim ama fazla ilgi görmeyen 2 albüm sonrası BG tanıdık sulara geri döndü.

At The Edge Of Time, Nightfall sonrası BG'nin en iyi işi... Ve harika bir albüm. Imaginations From The Other Side, Somewhere Far Beyond ya da Nightfall gibi zaman geçtikçe farklı şarkılarına kafayı takacağınız türden eksiksiz bir albüm. İlk dinlediğimde loop'a Valkyries'ı atmıştım ama şimdi Tanelorn'u dinleyemeden günü tamamlayamıyorum mesela. Edge of Time, Nightfall ile Opera arasında olması gereken albüm gibi... Müzikal olarak Opera ve Twist'den çok da farklı değil aslına bakarsanız ama çok ince nüansların ustalıkla halledilmesi ile Nightfall'la arasındaki dirsek temasını asla kaybetmiyor. Yukarıda adını zikrettiğim 2 şarkıdan belki anlamışsınızdır. BG Orta Dünya'ya ve efsanelere geri dönmüş durumda. Bahsetmeye çalıştığım potansiyel meselesi bu temalar ile ortaya çıkıyor sanırım. BG kesinlikle pek fazla rastlayamayacağımız bir müzikal vizyona sahip. Bu vizyonu destekleyecek yeteneklere de sahipler. Ama tüm bu vizyon ve yetenek liriksel olarak Orta Dünya'nın çayırları içinde hayal edilmediğinde, kusursuz çember tamamlanmıyor demek ki... Burada BG ile yeni tanışanları da uyarmak isterim. Onların Orta Dünya'sı ve efsaneleri Manowar ya da Hammerfall gibi karikatürize bir masal değil. Başka gruplar gibi sizi öyle yaşadıklarına inandırmaya çalışmıyorlar. Ortada daha saygılı ve ayakları yere basan bir iş var. Eğer BG'ye bir şans verecekseniz, At The Edge of Time bu duruşun en iyi sonuçlarından birisi...
Dediğim gibi bu albüm Nightfall ile Opera arası dönemde çıkması gerekiyormuş gibi duruyor. Kronolojiyi daha anlamlı mı yapardı? Hayır. Opera ve Twist'i daha güzel mi yapardı? Hayır. Sadece albümün DNA'sında bu var. Özetle; harika bir albüm. Uzun zamandır Firewind'in albümü dışında orjinal bir iş çıkaramayan progressive müzik için de güzel bir zamanda denk geldi. Eğer BG'yi seviyorsanız, zaten haberiniz olmuştur. Ama BG ile henüz tanışmadıysanız ve metal müziğe de bir önyargınız yoksa, afiyet olsun.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Happy Birthday

Bir adam ancak onun kadar sempatik olabilir herhalde, onu göndertmeyen Galatasaray taraftarı da son yıllarda Türkiye'de taraftarların yaptığı en faydalı eyleme imza atmış olsa gerek, kendi adıma da teşekkür ediyorum hem onlara, hem de bu ülke için fazla güzel bu adama...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Voltran


Reyting rekorları kıracak bir dizi senaryosu yazmanın yolunu açıklıyorum!

1- Bilmem kimin unutulmaz eserini alıp içine sıçma izni. (Telif hakkını alacaksın bi zahmet)

2- Ezilmiş, hor görülmüş bir kadın karakter...

3- Tecavüz ya da ahlaksız teklif sahnesi. (Götün yiyorsa ikisi birden hatta.)

4- Halil Ergün ve kalp krizleri pahası ne olursa olsun diziye dahil edilmeli

5- Aykırı, asi ruhlu, yakışıklı bir genç oğlan

6- Oğlan'ın kanişimsi sesi yerine kullanılacak oturaklı 'adam' sesi

7- Olayın ezikliğini vurgulayacak bir motto

8- Başlarda "Püüü allah belanı versin" dedirtecek, sonra imana gelecek dominant bir anne karakteri.

9- İşsiz güçsüz olduğu kadar duygusallığı tavan yapmış Türk izleyicisi.

Götümle Bile...

"Beyler, bu nasıl klip çekimi ya?!!"

17 Eylül 2010 Cuma

Milli

"Cinsellik önemli değil... Benim için zaten ikinci planda, zorlamıyorum. Fakat olsa iyi olur tabi..."

14 Eylül 2010 Salı

Avrupa'yı Özledik


Bursa'da en son bir Avrupa kupası maçı oynandığında ben yaklaşık 5-6 yaşlarında bir çocuktum. Bursaspor efsane kadrosuyla birlikte müthiş bir hava yakalamış, Intertoto kupası'nda mücadele ediyordu. Bugün nasıl şimdiki takım birçok insanı Bursaspor taraftarı yaptıysa o zamanlar da Mususi'li, Ercüment'li, Balic'li kadro birçok insanı Bursaspor taraftarı yapmıştı. Kalemizde yine bir bulgar, Bursa tarihinin en iyi kalecilerinden Gancev.

Bursa'da oynanan son maçsa hala dün gibi aklımda. O gün Karslruhe ile Bursa'da finale çıkmıştık ve kazanan Uefa'ya gidecekti. Tabii ben o yaşta bunu bilmiyordum, sadece "yeneriz di mi baba?" demeyi biliyordum. Mususi, Ercüment, Balic varken kimse bizi yenemez biliyordum. O takım beni buna inandırmıştı. Uzatmalara ve ardından da penaltılara giden müthiş maç sonunda son penaltıya kadar gelmişti iş. Son penaltıda İmparator Biyediç Selim'e git sen kullan demişti, hiç unutmuyorum. Selim de kıvır kıvır uzun saçlarıyla şimdiki Ömer Erdoğan gibiydi o zamanlar. O varken gönlümüz rahattı savunmada. Fakat Selim o gün yorgunluktan dolayı kullanamayacağını işaret etti ve penaltıyı sol bek Şaban kullandı. Şaban'ın vuruşu kalecide kalınca, penaltıların ustası Almanlar'a boyun eğmiştik. Almanlar sahada sevinç turları atarken, bütün Bursa donmuş kalmıştı. Ben de o gün stadı ağlayarak terk etmiştim. O günden sonra hep; "bekle bizi Avrupa, bir gün geri döneceğiz yeniden" diye bağırdık, ümit ettik. Zamanla bu slogan inanmçsızca ağzımızdan çıkan bir slogan halini almaya başlamıştı ama o gün bugünmüş. O gün gerçekten gelecekmiş.

Yıllar önce ağlayarak terk ettiğim maraton tribününe bu kez bir şampiyonlar ligi maçı için, Türkiye şampiyonu olarak dönüyorum. Günlerdir bu maçın heyecanında yemeden içmeden kesildim. Abarttığımızı düşünen insanlar çoğunlukta, hak veriyorum abartıyoruz. Ama neden abartmayalım? Gün bizim günümüz ve belki bugünler bir daha gelmeyecek.

Bugün yıllar önce göz yaşlarıyla terk ettiğim stadı gülerek, sevinç çığlıkları ve tezahüratları terk edeceğimize sonuna kadar inanıyorum. Fakat yine üzülsek bile bu gurur, heyecan bile bana yeter. Bursa'da bugünleri görmek bile bize bir ömür yeter. Ama ben inanıyorum. Bugün Mususi'nin ruhu Bursa Atatürk Stadı'nda canlanacak. Yıllar önce Intertoto'da fileleri havalandıran Ajax tipi formalar bugün Valencia'ya golünü atıp taç çizgisine timsah yürüyüşü'ne koşacak.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Banjo Mehmet

"Hiçbir alakası yoktu, ne kültürel olarak bir anlamı vardı ne de daha önce bir kez olsun eline almışlığı... Banjo'yu duvarın önünden aldı, bir sigara yakıp küllüğe sıkıca tutuşturdu. Boğazını temizledi önce, belli ki söyleyecekti de aynı zamanda... "Akdeniiiiiiz akşamlarıııııı, bir başk..!" Çıktım odadan... Olmamıştı işte, olmasını da beklemiyordum zaten. Çıktığımda neler hissettiğini bilmiyordum, ben rahatlamıştım biraz ama onu bilemedim işte. Neyden sonra onun da sesi kesildi zaten. Bir kaç nefes sigara almış olacak, akabinde notalar değişti, sözler değişti... "So close no matter how far, couldn't be much more from the heart, yeah..." Ergenliğini olduğu gibi bıraktık, olgunlaştığından beridir hiç dokunmadık..."

12 Eylül 2010 Pazar

Se Se Semih Erden

"Yeeeeeeeeeeeeeeeeees. Yeeeeeeeeeeeeeeeees. Kazandıııııııııııııık. Kerem Tunçeri, kazandıııııııııııııııık. Kerem Tunçeri, kazandıııııııııııııııııııııııık."

4 Eylül 2010 Cumartesi

Arnold Jacob "Red" Auerbach (1917-2006)

Sanırım 2006'nın bir zamanından beri iyi kötü bazı yerlerde pek çok yazı yazma şansım oldu ama ne yazık ki kendi yazılarını arşivleme konusunda yüzüne bakılmayacak bir adam olduğum için, bugün çoğunu ancak sakladığım dergilerden yeniden okuyabiliyorum. Geçenlerde bilgisayarın derinlerinde fink atarken o günler Fanatik Basket'e yazdığım bir yazıya rastladım. Red Auerbach'ın ölümü üzerine yazdığım... Gönül isterdi ki NBA Türkiye'ye yazdıklarıma da bir yerde rastlayayım ama onlar için başka bir takla atmam gerekecek galiba. O vakte kadar ben de bu yazıyı arşiv niyetine buraya atayım...

SEGOMO ARENAYI TERK ETTİ

  • Segomo: Kelt Efsanelerinin Savaş Tanrısı

Eğer Boston Celtics’in idare edildiği binaya gitme şansı bulursanız ve kazandıkları onca şampiyonluk kupası ve senelerden yadigâr kalan başarıların karşılığı olan ödüllerin bulunduğu kısmı gezebilirseniz, 1950’lerden bu yana takımın kadrosunun yer aldığı alt alta dizilmiş fotoğraflarda bulabileceğiniz ender ortak noktalardan bir tanesine ister istemez dikkat edersiniz. Takımın birkaç talihsiz senesinde düştüğü hata haricinde her zaman oyuncuların, koçların, takım yöneticilerinin önünde, en ortada oturan bir adama özel bir ilginiz olmasa bile gözünüz ilişir. Maalesef o fotoğrafların sonuncusu bu sene çekildi. Red Auerbach 28 Ekim 2006 günü aramızdan ayrıldı.

Red Auerbach NBA’in kuruluş günlerinde başlayan kariyeri boyunca hem kendi çağında yerleşmiş olan bir çok kültürel önyargı ve bunların sporu etkileyen yansımalarını kırdı, hem de ardılında gelecek jenerasyonlar için bir gelenek ve oyuna dair bir vizyon tesis etti. Öncüsü olmayan birisini başlattığı şeyler için tebrik etmek her zaman doğru bir hamle değildir çünkü bu tip insanların sadece takipçisi vardır ve yeni giriştikleri her iş başarılı olduğunda zafer, başarısız olduğunda deneyimsizliğe bağlı deneme yanılmadır. Ama Red Auerbach’ı bu lige kazandırdığı şeyler için ne kadar yüceltsek bile hakkını tam anlamı ile teslim edemeyebiliriz. Bu oyuna stili o getirdi, taktik anlayışı o getirdi, etiğini o getirdi, idare anlayışını o getirdi. Bu ligin tek Rönesans adamı. En iyi sistemi koç olarak kuran, en iyi draftı yönetici olarak yapan, en iyi takas pazarlığında masadaki her şeyi alan adam. O NBA’in özgürlük bildirgesini yazan kurucu atası idi.

1950’de Chuck Cooper’ı alırken ilk siyah oyuncuyu lige sokmuştu. İlk kez siyah ilk 5’le sahaya çıkan da oydu. 1966’da Bill Russell’ı takımın oyuncu-koçu olarak göreve getirdiğinde ligin ilk siyah head coach’unu işe almış oldu. Daha ortada Magic Johnson ortada yokken, hızlı hücum ile gösterişli basketbolunu ortaya koyan takımı o çalıştırıyordu. Ama işler değişmeye başladığında Larry Bird’ün etrafına ligin en emekçi, sert ve sete set oyununu oynayan takımını da o kurdu. Tanrı aşkına; zafer sigarası ile ilgili her şeyi başlatan adamdan bahsediyoruz. Ve yıllar sonra her takım gibi Boston Celtics’te salonunda sigara içilmesini yasaklarken sadece tek bir adama istisna tanıyacaktı: Red Auerbach.

Red Auerbach ile son anı ölümünden 3 gün önce, 25 Ekim’de ABD donanmasındaki hizmetleri karşılığı onurlandırıldığı törene katılımı oldu. Törende yine, onun yıllar boyunca NBA’in ve NBA içi güruhun pek çok özelliğini şekillendiren kibirli, eğlenceli, tek adam statüsündeki kişiliğinin izleri son defa görüldü. Adına yapılan töreni konuşması ile şereflendirecek olan Auerbach, dinleyicilerin oldukça eğlendiği ama süresi beklenenden çok daha uzun olan, Boston Celtics’le ilgili anıları ile bezeli bir konuşma yapmaya başladı. Törenin planlanandan uzun sürebileceği anlaşılınca ilk önce bir denizci onu kibarca sahneden indirmek için teşebbüs etti ve o verilen mesajı görmezden geldi. Birkaç dakika sonra bir başka denizci yanına yaklaştı ve sessizce ona gitme vaktinin geldiğini fısıldadı. O ise mikrofona yaklaşarak tüm dinleyici kitlesini bir kez daha kahkahalara sürükleyen cevabını verdi: “Canın cehenneme”. Zaferin kesinleştiği maç dakikalarında sigarasını yaktığında ve yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirdiğinde, verdiği çok net bir mesaj vardı. Neden kazanmayı böylesine uç noktalarda saplantı haline getirdiği sorularına verdiği cevaplarda bir şeyi çok net belirtiyordu. Neden, kazanamadığında kendisini delirten siniri bu kadar dramatik bir şekilde yaşadığı, suçladığı hakemler ile hava alanlarında dahi kavgaya tutuştuğu merak edildiğinde tek bir ilkeyi net bir şekilde açıklıyordu. O gün 89 yaşında dahi bir askere o cevabı verirken ardına bakıp Amerikan kahramanları arasında yerini gördüğünde, yine bu ilkenin doğruluğuna inandığı için bu kadar soğukkanlı davranabilmişti: Kazanan her şeyi alır.

Auerbach’ın sağlık sorunları son yıllarda artış göstermişti. Doktorları Hoyo De Montorrey markalı purolarına ve maçlardan önce yediği ağır sandwichlere karşı uzun yıllardır müsamaha gösteriyorlardı. Ve ölümünün bunların fazla tüketimi ile ilgili olup olmadığını da şu anda söylemek güç. Çünkü sağlık sorunlarının ciddileşmesinden beri aile basına herhangi bir ayrıntılı bilgi vermiyor. Ölümün kalp krizi nedeni ile gerçekleştiği söylense de uzun zamandır akciğerlerinde birikmiş olan sıvının da güçlü bir etken olduğu savunuluyor. Ayrıca eninde sonunda sebep puro ya da sandwich ise ne fark eder ki? 89 yaşındaydı ve 16 şampiyonluk kazanmıştı. Bu, bir insanı daha gururlu yapmazsa ancak o takımın o insanın gidişinden beri başka şampiyonluk kazanamadığı gerçeği işe yarayabilir.

Red Auerbach iyi bir koç ya da bir motive ustası olmasının dışında bir yönetici olarak da 2 jenerasyon boyunca ligi domine eden takımlardan birisini yarattı ve NBA tarihinin en büyük 2 rekabetinin tarafı oldu. ( Boston Celtics vs. Philadelphia 76’ers ve Boston Celtics vs. Los Angeles Lakers)

Takımın başarı geleneğinde bu devamlılığı yaratan beceri Auerbach’ın koç olarak genç oyunculara dair öngörüsü ve yönetici olarak pazarlık yapmadaki kabiliyetinin karışımı idi. 70’lerin sonunda takımı ligin zirvesine taşıyan kadro büyük oranda oyunu bırakmıştı ve Celtics’in galibiyet yüzdeleri oldukça kritik bir noktadaydı. Takımın yeni bir nefese ihtiyacı vardı. Auerbach önce Larry Bird’ü draft etti. Larry Bird’ün yeteneklerinin NBA kriterlerinde sorgu konusu olmasının yanı sıra üniversiteyi bitirmesine daha 1 sene vardı ve takım bu süre boyunca onu beklemek zorundaydı. 1980’de de kadronun as ekibini tamamlayan takası yaptı. Golden State Warriors’a 1. sıra draft hakkını 3. sıra draft hakkı ve Robert Parish karşılığı verdi. 3. sıra draft hakkı ile de Kevin McHale’ı takıma kattı. Bird, Parish, McHale üçlüsü NBA tarihinin en iyi ön alan ekibi haline geldi ve Celtics, Lakers hanedanlığının karşısında durabilen tek takım oldu.

Auerbach’ın en önemli prensiplerinden bir tanesi olan amigo kız kullanmama geleneğini bu sene itibari ile bir kenara bırakmayı planlayan Celtics, 2 gün önce gelen ölüm haberi ile bu girişime dair her planı erteledi. Auerbach’ın NBA’e ve Boston Celtics’e bıraktığı belli bir etik ve anlayış mirasının dışında çoğu şey zaman ile beraber hızla değişiyor. Büyük ihtimalle Boston Celtics amigo kızları kullanma kararı alırken, Auerbach’da bu konuda yapabileceği bir şey olmadığını anlamıştı ama eğer henüz hayattayken yapabileceği son bir numara varsa, o da bu olmalı. “Henüz hayattayken” diyorum çünkü bir oyuncu bazen imkânsız gözüken şeyi başarıp maçı kendi takımına getirecek bir serbest atışı kaçırdığında ya da başka bir tanesi 13 sayı geride olan takımına toplamda 81 sayı atarak maç kazandırdığında andığımız “basketbol tanrılarına” katılmış olmasını umuyorum. Sanki hayattayken onlardan biri değilmiş gibi…

Red Auerbach anısına…

Bob Cousy: “ Bence Arnold (Red) sahada mutlak bir güçtü. Birçok rekabetçi insan gördüm ama onun kazanmaya kendini adayışı çok kesindi, her şeyden daha önemli idi. Amansızdı ve bu ülkenin, hatta kesinlikle NBA’in gördüğü en büyük basketbol hanedanlığını yarattı. Bu benim için kişisel bir kayıp. 1950’den beri Arnold’la birbirimizi tanıyoruz. Şu anda çarşamba akşamı ABD donanması tarafından onurlandırıldığı geceye zaman ayırıp katılabildiğim için çok mutluyum çünkü onunla beraber birkaç dakika daha harcama fırsatını kullanmış oldum.”

David Stern: “Karşılaştırılamaz başarılarının ötesinde, Red basketbolun ruhu ve bilinci haline geldi. Ölümü ile oluşan boşluk asla doldurulamaz.”

Senatör Ted Kennedy: “Red gerçek bir şampiyondu. Mirası basketbolu ve NBA’i aşmıştı. Koç disiplininde ve liderlikte en değerli standardı koydu ve teşkil ettiği örnek bugün hala devam etmektedir. Kennedy ailesi olarak Red’i tanır ve severdik. Senato için yürüttüğüm ilk kampanyaya katılmıştı ve Başkan Kennedy’de maçları takip etmeye çalışırdı. Hepimiz en büyük günlerinde salona gidip onun yarattığı büyüyü görebildiğimiz için çok şanslıyız ama efsanevi bir koç ve Boston değeri olmasının ötesinde Red kendine sınır koymayan cömertliğe sahip bir kalbe sahipti. Boston Celtics için üflenen her düdükte Red’in ruhu anılacak ve anısı kutlanacak. Sevildi ve asla unutulmayacak.”

Tom Heinsohn: “İnsanları dinlemede ve en iyilerini ortaya koyma konusunda motive etmede istisnai idi. Oynadığım günlerde bana bir paket puro vermişti ve ben de 6 ay sonra ona aynısından bir tane vermiştim. Böyle bir ilişkimiz vardı. O günlerde çok eğleniyorduk ve basketbol onun gibi birisini bir daha asla görmeyecek.”

Larry Bird: “Eşsiz bir stili vardı. Aramaya çıkardı ve sisteme en iyi uyacağını düşündüğü oyuncuları alıp, takıma getirirdi. Başka takımlar ile nasıl pazarlık yaptığı ve aldığı oyuncuların Boston Celtics’te eski takımlarında oynadıklarından daha iyi oynamalarını sağlaması her zaman beni şaşırttı. Kimsenin daha önce görmediği bir yeteneğe sahipti ve bunu her sene yapmayı başardı.”

Rekabetçi kişiliği ile ilgili: “ Tenis oynarken hile yaptığında, her zaman beni kandırırdı. Sürekli oynardık, raketball ve tenis. Mola alırdı ve döndüğünde “40–30 öndeyim” derdi. İtiraz ederdiniz ama oynamaya da devam ederdiniz. Seti aldığında da oyunu bırakır ve başka bir şeyle ilgilenmeye başlardı.”

Oyun felsefesi ile ilgili: “Her zaman taktik ne kadar basit tutulursa, oyuncuların hatırlaması o kadar basit olur diye düşünürdü. Özelikle gergin anlarda her oyuncu ne yapacağını bilirdi. Asla maç sonu ya da devre sonu için özel bir plan çizmezdi.”

Zafer sigaraları: “Asla erkenden bir tane yaktığı olmamıştır. Her zaman tam vaktindeydi..”

Bill Sharman: “Red, NBA tarihinin en büyük koçlarından birisi idi. Oyunu geliştirmek için birçok şey yaptı. Fast break fikrini üretip yarattığı heyecan ile NBA’in bugünkü popülaritesinde büyük pay sahibi olduğuna inanıyorum. 10 yıl boyunca onun için oynamak ve 4 şampiyonluk kazanmak benim için bir ayrıcalık. İyi bir koç olmasının ötesinde iyi bir arkadaştı ve gerçekten onu özleyeceğim.”

Bill Russell’ın Red Auerbach’ın emeklilik töreninde yaptığı konuşmadan: “Bu utanç verici ama şu anda bunu söyleyecek kadar ileri gideceğim: Seni seviyorum. Sevdiğim çok fazla adam yok ama seni seviyorum. Bence bir deha değilsin, sadece sıra dışı bir zekân var. Birimiz ölene kadar arkadaş olacağız. Ve Red, çok fazla arkadaş istemiyorum.”

Şansal Kulabaş