Korku filmlerine olan merakım ve bu türün özellikle orta karar tadındaki vasat işlerine karşı fetişim, Shyamalan yağımcılığında çekilen Devil'i izlemem için yeterli bir sebep. İzlemem için belki ama sevmem için kesinlikle hayır...
Devil'in hikayesi Shyamalan'a ait... Bir iş merkezinin asansöründe 5 kişi mahsur kalır. İşin alengirli tarafı ise bu 5 kişiden birisinin şeytanın ta kendisi olmasıdır. Bu güzel senaryoya döken ise Brian Nelson. Kendisinin tanınmasını sağlayan ilk işi Hard Candy filmindeki ilginç çalışmasıydı ama sonrasında gelen senaryosunda, yine Devil gibi iyi bir hikayesi olan, çizgi roman uyarlaması 30 Days Of Night'ı yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Devil'da ortaya çıkan dini bütün işin teması ne kadarı kendisine, ne kadarı koyu bir Katolik olan Shyamalan'a ait, o kadarını bilemiyorum...
Devil'ı izlerken aklıma fazlasıyla REC geldi. İlk film de, devamı da... İlk REC'in en başarılı yanlarından birisi ortaya çıkan tehlikenin kaynağı konusundaki muallaklıktı. Olan bitenin kaynağı dini bir güç mü yoksa bilimsel bir ihmal mi olduğu film bittiğinde dahi anlaşılmıyordu. İkinci filmde ise en büyük sorun bu gizemi açıkça, izleyenin gözüne soka soka açıklamaları idi. Devil'da da defo bu. Asansörde yaşanan cinayetlerin şeytanın işi olduğu konusunda sizi kesinlikle şüpheye düşürmeye çalışmıyor. Eğer senaryo biraz daha alengirli olmaya çalışsaydı da izleyiciyi yaşananların, şeytani bir zihnin ince düşünülmiş kurnaz bir planı olduğu konusunda ikilemde bıraksaydı, ortaya gerçekten geren bir film çıkabilirdi. Şu anda ise zaten filmin 20. dakikasında kalbi temiz bir iş merkezi çalışanı 'Bu şeytanın işi diye' avaz avaz bağırmaya başlıyor ve siz de polislerin ne zaman adamın lafını dinlemeye başlayacaklarını sıkıntıyla beklemeye başlıyorsunuz.
Filmin hayal kırıklığı yaratan detaylarından biri de merkezde yer alan cinayetlerin oldukça sıradan ve hatta pespaye işlenmesi. 2010 yılında dar alanda yaşanacak böyle bir korku hikayesini çekmeye karar verdiyseniz, ölüm sahneleri için iyi bir planınız olması gerekir. Devil'da gördüğümüz gibi ışıkların 10 saniyeliğine kararması ve tekrar yandığında, birisinin, elektirik kablosuyla asılmak ya da ayna kırığıyla kesilmek suretiyle öldürülmesi gibi yaratıcılıktan uzak bir çözüm yolunuz varsa, belki o filmi henüz çekmemeniz gerekir. En azından daha iyi bir fikir bulana kadar... İlk cinayetten sonra asansörde ne zaman ışıklar gidip gelmeye başlasa, birisinin daha vadesinin dolduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.
Filmin din konusundaki tutucu söylemi net ve belli. Eğer başınıza kötü şeyler geliyorsa ya kötü bir insan olduğunuz içindir ve hak ediyorsunuzdur, ya da iyi bir insansınızdır ve bu durumda da fazla gürültü çıkarmadan kaderinize razı olmanız gerekir. Filmin ilerleyen dakikalarında asansörde mahsur kalan 5 kişinin de geçmişinin kirli olduğunu öğreniyoruz. Onları asansörden kurtarmaya ve neler olup bittiğini anlamaya çalışan ise karısı bir trafik kazasında hayatını kaybettikten sonra alkolik bir ateist olan dedektif... Yaklaşık 1,5 saat boyunca birisi şeytanın ta kendisi olan bu 6 kişinin tanrı ile olan imtihanını oldukça yüzeysel bir şekilde izliyoruz.
2 yorum:
shyamalan hakikaten işin fikir, ana hikaye olayında iyi bir adam. en iyi filmlerinde bile yönetmelik kısmı kötü denebilir, zamanla kamera önünde bir saniye görüneyimden, ciddi rollere evrilme hevesi de can sıkıcı ama hikayeleri ilgi çekici kesinlikle, özellikle "unbreakable"ın hikayesi çok çok iyiydi bence.
Unbreakable özellikle konusu bakımından gördüğüm en özgün işlerden biriydi gerçekten ve Shayamalan orada iyi de iş çıkarmıştı ama benim en sevdiğim filmi olan The Signs (ki en sevdiğim korku filmleri arasında da başa güreşir) ezber bir hikaye üzerinden ilerleyen ve iyi senaryo ve ince yönetmenliğin omuzlarında yükselen bir filmdi. Shayamalan'ın özellikle bu filmin senaryo kısmında bu kadar yavan bir iş çıkarması beni biraz da bu yüzden çok şaşırtıyor.
Yorum Gönder