5 Nisan 2011 Salı

Novi Sad, Özgürlük Köprüsü & Divac

"Novi Sad’da sabaha karşı bir gece kulübü, yolculuğa Ankara’dan beraber başladığım arkadaşlarım ziyadesiyle içtiği için, biraz da onlara göz kulak olmak amacıyla nispeten daha ayık durumdayım. Organizasyon kartımı sarhoş bir Hırvat’a kaptırmadan önce ayakta durmakta zorlanan biri kartın üzerindeki Türkiye bayrağını görüp, nereden olduğumu soruyor. Ankara’dan geldiğimi söylüyorum, kartın üzerindeki yazıyı da işaret ederek. “Üniversitenin nerede olduğunu değil, asıl olarak nereden olduğunu söyle bana.” diyor. Kendisinin bu şaşırtan ilgisini, onun kafasının fazla güzel olmasına mı yormalıyım yoksa bir Türk’ün orada ne aradığını anlamaya çalışmasına mı ama Konya cevabını vermemle şaşkınlığım başka bir boyuta ulaşıyor. Ağzından hiç düşünmeden çıkan “Kızılyıldız, sizin kıçınızı tekmelemişti.” cümlesi eminim ki bu ülkedeki basketbol bilgisi en üst seviyedeki pek çok kişiye bile pek bir şey ifade etmiyordur. Benim basketbolla olan ilişkimde de önemli bir yeri olan, artık mazide kalmış olan Kombassan Konyaspor 98’de Koraç’ta çeyrek finalde Kızılyıldız’a elenmişti. Grupta liderliği averajla kaybettiği ve deplasmanda mağlup ettiği Verona finalde Kızılyıldız’ı finalde geçip kupayı kaldırmıştı. Benim yarama tuz basan adamın, bunu sarhoşken hatırlayabilmesinden daha inanılmaz olan muhakkak ki bunu bilmesi, hatta öyle bir durumdayken hatırlayabilecek kadar kaç sene öncesine dair belki de çok önemli olmayan bir detayı hatırlayabilmesiydi."

Yukarıda geçen hikaye her ne kadar inanması oldukça zor da olsa benim için çok özel bir deneyim olan Sırbistan yolculuğumun en renkli anıydı belki de. Beş yıl önce sırf yakın bir arkadaşımın ailesinin Karadağ göçmeni olduğu için gidiyor olduğu ve bana “sen de gelsene” demesi üzerine ani bir şekilde, düşünülmeden alınmış bir kararın hayatımdaki pek çok özel anıya sahip olan bir seyahati beraberinde getireceğini düşünmemiştim. Daha önce etraftan oralara giden bile yokken, pek çok seçeneğin arasından niye bunu seçtiğimi bilmeden, kafamda pek çok soru işareti ile gittiğim Sırbistan’dan, oralara gitmeme vesile olan ESTIEM adlı organizasyona katılmamda belki de en büyük pay sahibi olan kişinin vaktinde söylediğinde çok da inanmadığım ama gerçekliğine sonra şahit olduğum “Şu anda Avrupa’nın 25 ülkesinin 66 kentinde kapısını çaldığımda, bana bir kahve ikram edecek dostlarım var.” sözü öğrendiğim pek çok şeyin yanında bana kalan en önemli miras o günlerden.

İlk başta katılacağımız aktivite dolayısıyla Novi Sad’a geçtiğimizde bize karşı nasıl davranacağından biraz kuşkulu olduğumuz ama bizi sıcak bir şekilde karşılarken biraz heyecanlı biraz da endişeli bir yerel toplulukla karşılaştık. Aslında heyecan ve endişenin bir arada olması onların durumunu düşününce gayet anlaşılabilirdi. Önceki yıl organizasyonun genel kurulunda şok edici bir şekilde üyelik talepleri reddedilmişti. Lyon’daki o genel kurulda onların talebinin reddedildiğinin açıklandığı anda oluşan şok sessizliğini izleyince insanların böylesine bir şok tepkisi verdiğine pek az şahit olduğum geliyor hala aklıma. Üyelerin üçte ikisinden negatif oy almak organizasyonun şartları dahilinde rastlanması kolay bir şey değildi. Novi Sadlıların kendi hataları da vardı belki süreçte ama baskın güce sahip Alman üyelerden birine karşı böyle bir durum eminim ki asla gerçekleşmezdi. Daha sonra bunun önemli ölçüde, diğer öğrenci gruplarının Sırbistan’dan gelmesinden kaynaklandığını öğrendim. Belki diğer ambargolar kalkalı çok olmuştu ama sosyal ambargo devam ediyor gibiydi. Haliyle böyle bir sonuç sonrası tekrar girdikleri deneme süresinde kendilerini olabildiğince iyi göstermeye çalışmanın heyecanının yanında baskının yarattığı bir endişe de hakimdi.

Bu kısmen dışlanmışlık durumu, şehirdeki puslu havayla birleşince eksiksiz bir resmi andıran insanlardaki umutsuzluk duygusunun yanında çok da bahsetmeye değer bir şey değil belki de. Bizdeki üniversiteli gençler onların yanında adeta Polyanna kalır. Ülkenin en önemli okullarının en değerli bölümlerinden birinde olmalarına rağmen, Sırbistan sınırları içerisinde iyi bir gelecek beklentisi oldukça az. Konuştuğum pek çok kişinin aklında kapağı bir şekilde Atlantik’in karşı tarafına atmak vardı ki birkaç tanesi de bu emeline ulaştı. Onların bile bu kadar umutsuz olmalarını o coğrafyanın son yirmi yılda uluslar arası alanda neyle gündeme geldiklerini düşününce anlamak mümkün.
Novi Sad, 300 bin civarındaki nüfusuyla ülkenin Belgrad’tan sonraki en büyük şehri olmasının ötesinde ülkenin en gelişmiş bölgesi olan Vojvodina’nın da yönetim merkezi. Gerçekten de anlatıldığı gibi insanları daha hoşgörülü, daha sakin. Mesela Belgrad’ta tanıştığımız, Türk olduğumuzu öğrenen pek çok kişi gibi ilk cümlesi “You ruled us for 500 years.” değil. Buna karşın Belgrad küçük bir İstanbul prototipi gibi, küçük ölçekli bir boğaz olarak harika görüntüsü ile Tuna nehri bile mevcut. Novi Sad’ta çok fazla olmasa da Belgrad’ta caddeler ünlü markaların mağazalarıyla, restoranlarıyla dolu. “mavi” en çok el yakanlardan hatta. Sosyalist rejim sonrası savaş etkilerine rağmen değişimin çok hızlı olduğundan bahsediyor insanlar. Domuz eti yemek istemediğimiz için kısmen güvenebildiğimiz McDonalds’ı ziyaret etmişliğimiz olsa da bundan çok da hoşnut kaldığımı iddia edemem. Mesela, bu etkinin görece çok daha az bulaştığını duyduğum, okuduğum Saraybosna pek çok sebep haricinde sırf bunun için bile gidilecek yerler listemde ilk sıralarda. Tanjevic’in de dediği gibi kendini önce Yugoslav hisseden herkesin belki de öncelikli memleketi olarak görmesi gerektiği yer olarak betimlediği o yer benim için artık çok daha değerli gördüklerimden sonra. Şu anda savaş etkileri de ön planda olsa da, zamanında çok daha geniş bir kitlenin iyi kötü evine ekmek götürebildiği günlere duyduğu özlemi düşününce duruma insanın canı sıkılmıyor değil. Kötü kardeş olarak ün salmalarına karşın Sırplar’ın çok ciddi bir kısmı eski Yugoslavya çatısı altında olmayı tercih eder durumda.
Tümünü YaslaAşırı milliyetçileri bir yana bırakınca Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşananlardan ve sonrasındaki sonuçlardan hala büyük üzüntü duyuyor insanlar ki çoğunlukla konuştuğum kitlenin yirmilerinde olup, o dönemlere dair çok da bir şey hatırlamadığını da belirteyim. Kendilerini Sırp’tan çok daha fazla Yugoslav olarak tanımlayan bu insanlar, pek çok akraba ve arkadaşlarıyla ayrı kalmış ailelerin bireyleri artık. Once Brothers’taki gibi binlerce hikaye var oralarda. Güçlü ve bir arada bir ülke oldukları günleri, büyüklerinden dinledikleri Tito dönemini özlüyorlar. Üzüntü ne kadar 90’ların başında yaşananlar ve sonrasındaki sonuçları hakkındaki hislerini yansıtmak için belki de en uygun kelimeyse, kızgınlık da 99’daki NATO operasyonunu onların hislerine dair belki de en iyi tanımlayan kelime. Novi Sad, Belgrad’tan sonra en çok hasar gören yerlerden biriydi. Şehrin iki yakasını birbirine bağlayan Tuna üzerindeki üç köprünün tamamı ve petrol rafinerisi başta pek çok kilit önem taşıyan yer bombalanmıştı. Etrafta hala savaşın izleri hemen her yerde görünmekte, o dönem yaşadıkları sıkıntıları aktarmak adına sadece arkadaşım Sloboda’nın söyledikleri bile yeter gibi aslında: “Etraftaki binalar bombalanıyordu ve ben ders çalışmaya çalışıyordum, bu neredeyse bir ay boyunca rutin bir olaydı, hemen yanımızdaki bina bombalandığında anormal bir durum gibi gelmemişti ve fazla tepki vermemiştim hatta.”
Ülke özellikle de ekonomik olarak toparlanma sürecine devam ederken, halkın da morali açısından bazı sosyal olaylarla onlara umut aşılanmaya çalışıyor. Novi Sad’ın sembollerinden biri olan ve bombalanan köprülerin en büyüğü Özgürlük Köprüsü (Liberty Bridge) ateşkesten sonra eskisinden daha da görkemli bir şekilde inşa edilmiş ve tüm Novi Sadlılar için özel bir anlam taşıyor. Avrupa’nın en büyük kalelerinden Petrovaradin’de her yaz büyük bir müzik festivali düzenleniyor ve adı “EXIT”, her türlü olumsuz kavramdan kaçışı simgelemesi için verilmiş bu ad. İnsanların hayatında çok önemli bir yer tutan ve benim de ilgimi özellikle çeken bir başka kavram olması nedeniyle spor, özellikle basketbol pek çok sohbetin konusuydu. Şu sıralar Partizan taraftarı ile daha çok biliniyor olsalar da herkesin ilgisini gördükten sonra en başta anlattığım anı kısmen normalleşiyor. Elime aldığım her iki spor gazetesinde de 2-3 sayfa sadece Adriyatik Ligi’ndeki bütün maçların istatistik tablosunun olduğu bir ülkede doğal olarak Dejan Tomasevic’in serbest atış yüzdesinin nasıl düzeleceği gibi konular hakkında herkesin bir fikri var neredeyse. En temel konu ise tabi ki milli takım. Son iki yıldır işler düzelmiş olsa da o aralar hiç alışık olmadıkları bir durumdaydılar. Artık kimsenin milli takım için oynamak istememesinden dert yanıyorlardı.
Belgrad’a geçtiğimizde şanslıydım ki basketbol federasyonunu da görme şansına sahip oldum. Yolculuğa en başından başlamama sebebi olan arkadaşım, birkaç ay önce Türkiye’deki Kadınlar Avrupa Şampiyonası’nda Sırbistan&Karadağ’ın mihmandarlığını yapmıştı. Kafile sorumlusu federasyon asbaşkanı da ona gelirse mutlaka uğramasını tembihlemişti. Adam bizleri çok sıcak karşıladı ve güzel olduğunu sandığım bir muhabbet başladı. Sanıyordum zira adam İngilizce bilmediği için Sırpça devam eden muhabbete biraz Fransız kaldım, sormak istediğim hiçbir şeyi de soramadım haliyle. Gerçi o anda iki üç katlı, görece ufak, gayet mütevazı federasyon binasına girdiğimden beri ülke basketbolunun tarihinden karelerle dolu duvarlardan kendimi alamamıştı. Sonradan öğrendiğim ve havadan sudan kısmının dışında kalan tek şey, asbaşkanın yazın Japonya’da kimlerin oynayıp oynamayacağını teker teker söylediğiydi. O aralar çıkan haberlerde durumu belirsiz olarak görünen oyuncuların durumunu birkaç ay önce öğrenmiş olduk, adam durum bayağı kötü dediğinde ben çok da inanmamıştım ama dediği çıktı daha sonra. Bense hala duvarlarda gördüklerimle hatırlıyorum bu ziyareti.

O gezi sayesinde kazandığım belki de en değerli dostum olan Mladen’le sohbetlerimiz sonrasında sporun ülkedeki konumunu daha iyi anlama şansı buldum. Ortalama bir sporsever Sırp gibi pek çok spora ilgi duyan biri Mladen, hatta dünya tatlısı kız arkadaşı Maja da onun gibi, açıkçası kıskanılmayacak gibi değil. Partizan-Kızılyıldız olayına hiç bulaşmamış, Novi Sad’ın takımlarını destekleyen, bunun yanında Ermal Kuqo’da da gördüğümüz gibi Balkanlarda oldukça popüler bir takım olan AC Milan’ın sıkı bir destekçisi ama hepsinden de öte milli takımların pek çok daldaki iddiası onu tatmin etmeye yetiyor. Tanışmamızdan bir yıl sonra Novi Sad’a tekrar gittiğimde bütün bir haftayı toplantılarla geçirdiğimizde fırsat bulamadığım soruları birkaç ay sonra bizim yaptığımız bir organizasyon için Ankara’ya geldiğinde sorabildim ancak. Aslında o gelmeden iki gün önce olan Beşiktaş-Porto maçına da gitme planımız vardı ama Q7’yi daha sonra tekrar Dolmabahçe’ye getiren o gün statta olamadığımız için sınav takvimime de hala öfkeliyim. Zira Westfalen’e ayak bastığı gün Borussia Dortmund’a 90+’da galibiyet getirmiş o ayaklar, benzerini bizim için de yapabilirdi belki. Gerçi kendisini Beşiktaş taraftarı yapmakla iyi mi yaptım kötü mü ben de bilmiyorum, ne gerek vardı onun da canını sıkmaya. Son şampiyonluğu Maja ile o Vojvodina’da rahatça kutlarken, Ankara’da gittiğimiz her yerden bizi uzaklaştıran polisler sayesinde Mladen’i kıskanmak için bir nedene de sahip olduğumuz gece dışında ona da pek faydamız olmadı zira. Sohbetimize nasıl girmiştik hatırlamıyorum ama konu hemen Novak Djokovic’e geldi. O zamanlar ATP sıralamasında üçüncü sıraya çıkan Nole’nin çıkışını anlatırken, ülkedeki bütün gazetelerin, televizyonların, dergilerin odağının bir anda odağı haline geldiğinden bahsetti. Tenis yakın bir tarihe kadar Dünya’nın en iyileri arasında oldukları pek çok alandan biri değilken ve en iyi oldukları alanlarda işler eskisi gibi değilken, Djoker’in bu kadar popüler olmasına şaşmamalı aslında. O aralar çok yakın bir tarihte hem Federer’i hem de Nadal’ı mağlup ederek Montreal’de şampiyon olmuştu, o zaman durumun ne olduğunu sorduğumda ise elini kaldırabileceği en yüksek noktaya kaldırarak “God!” dedi. Üç ay sonra Djokovic Avustralya’da ilk Grand Slam’ini kazandıktan sonra neler olduğunu düşünemiyorum bile. Şu aralar 1 numara olma yolunda ilerliyorken herhalde parti kurup, Belgrad 1.Bölge’den de aday olsa başbakanlığı alır gibi geliyor. Bunun dışında, spor kültürü bize göre pek çok açıdan gelişmiş bir yer olsa da yerel kahramanlar onlar için de çok önemli, birkaç yıldır Nemanja Vidic etkisiyle herkes Manchester United’lı olmuş mesela bir dönem herkesin Sacramento Kings’li olduğu gibi.

Basketbol milli takımlarının o günkü durumuna gelince konu, ister istemez eski kadrolarını saymaya başlıyor. Eskiden ne kadar üstün olduklarını ne kadar üst seviyede oyuncuya sahip olduklarından bahsediyor. Pek çok Sırp gibi onun da aklından acaba Yugoslavya dağılmamış olsaydı, Barcelona’da Dream Team’e karşı koyabilirler miydi sorusu zaman zaman geçiyor. O dönemki durumda özellikle olgunlaşmadan NBA’e giden pek çok oyuncunun milli takıma karşı kayıtsız kalmasına karşı tepkiliydi ama önceki Avrupa Şampiyonası’nda şampiyonluk bekledikleri takımın Novi Sad’tan Belgrad’a geçemeyişi sonrasındaki tepkinin yanında bunun da çok anlamı yok. Zeljko Obradovic, oyuncuları için birbirlerinden nefret ediyorlar, her gece dışarıdalar demişti. Bir gece gittiğimiz mekanda önceki yıl organizasyonda gönüllü olarak çalışan arkadaşlar, özellikle Vladimir Radmanovic ve Marko Jaric’in her gece orada olduğunu söylemişlerdi. Radmanovic’in kısa bir süre sonra Lakers’a gelişini öğrendiğim an aklıma ilk bu geldi ve ellerim yüzümdeydi. Gerçi, özellikle oraya gelen hanımlara verdiğimiz notlar ortalamada dokuzun bile bayağı üzerinde olduğu için onları suçlamak da zor geliyor bana. Marko Jaric’in Adriana Lima öncesi özellikle İtalya günlerinde yaptığı CV’sinin şu anki eşinden geri kalmayacak isimlerle dolu olduğunu düşününce ona hak versem de Radmanovic hıyarı sırf yancı olarak ne çıkarsam kar mantığı gütmüş gibi geliyor bana. Geyiği bir tarafa bırakırsak asıl sorun eskisi gibi oyuncu yetiştirme kaynaklarının bulunmayışı. Hala belki de Avrupa’daki bir numaralı üretim yeri olsa da Sırbistan’da değişen rejim sonrası altyapılar, eskisi gibi bir devlet desteği olmayınca büyük zarar görmüş. Tanjevic’in Avrupa’nın en elit koçlarından biri olduğu dönemde ailesini geçindirecek bir iş bulamaması nedeniyle İtalya macerasının başlaması ve geçenlerde Nikola Vujcic’in bir röportajında bahsettiği gibi antrenörlerin başka işlerde çalışmaları şu an o coğrafyadaki durumun bir nevi en dramatik örnekleri. Mladen’e hala Hırvatistan’ı basketbolda yenmek mi en büyük zevk diye sorduğumda ise, artık Fransa’yı voleybolda yenmenin daha ilgi çekici olduğunu Hırvatları zaten her zaman yendiklerini söylüyor. Sinan Erdem’deki son kapışmalarında bile turnuvadaki en iyi oyunlarını oynayan Hırvatistan’ın en kötü basketbolunu oynayan Sırbistan’ı geçememesi rekabet kavramının ne durumda olduğunu gösteriyor. Tartışmalı kazandıkları kupaları sorduğumda ise bir yanda gülerken kıvırmayı da ihmal etmiyor. Belki ortadaki birkaç pozisyonda bizim lehimize çıkmış olabilir bazı düdükler ama biz hep çok iyi bir takımdık diyor. 11 Eylül gecesi Mladen’e sataşmak içimden geçmedi değil ama duruma en makul yaklaşacak adamlardan biri bile bunu diyorsa, Kerem Tunçeri’nin ayağı ya da Ömer Aşık’a yapılan faul gibi durumlara aşırı takmalarını anlamak mümkün. Dinime küfreden Müslüman olsa lafının Sırpçasını Belgrad’a göndersek, hala Ömer Aşık, hala Kerem Tunçeri diyecekler yıllar sonra bile ama Ivkovic’i maçtan sonra ağlayan demeçler verirken izlemenin keyfini de ben yıllar sonra bile yaşayacağım.
Yerel kahraman konusunda ise bu kadar çok olası isme rağmen, bir kişi herkesten ayrılıyor: Vlade Divac. Ben ünlü Lakers-Kings serisinde bile karşı tarafta yer almama rağmen kızmaktan çok hayran kalmışımdır kendisine. O yaşta bir oyuncunun Shaq’in en iyi dönemlerinde başa çıkabilmek için etik dışı şeyler bolca olsa da kendini bu kadar iyi hazırlayıp, bu kadar akıllı oynamasından müthiş etkilenmiştim. Aynı adam Atlanta 96’da Dream Team 3’e karşı beş faulle oyun dışında kalana kadar karşı koyup, takımını oyunun içinde tutacak kadar vazgeçmeyen, daha sonra da farklı örneklerini pek çok kez gösterdiği gibi kazanmak için her şeyi yapan çok özel bir adam. 11 Eylül gecesi onun maç sonunda etrafa boş gözlerle bakarkenki fotoğrafı benim de içimi acıtmıştır biraz. Ülkesine olan bağlılığı onu insanların gözünde bu kadar özel yaparken, Hırvatlarca pek sevilmeyen bir figür olması da onun istemediği bir şekilde belki de her kesim için ortak bir değer haline getirmiş. Özellikle ABD’de de tanınan biri olarak sürekli ülkesini tanıtmaya çalışması, yeri geldiğinde NATO operasyonu gibi konularda vatandaşlarının durumunu dile getirip, onların sesini duyurmak için çaba gösteren, milli takım, Partizan ne zaman ihtiyaç duysa yardıma koşan ve sürekli hayır işlerinde aktif görev alan mütevazı bir adam olarak onun bu statüsüne şaşmamalı. Bodiroga’dan sonra da tekrar Divac gibi birinin gelip milli takımı ateşlemesini bekliyorlar. Zeljko Obradovic gibi pek çok önemli basketbol insanın yetiştiği Cacak doğumlu bir akrabasından bahsediyordu bir arkadaşım, belki o bizi kurtarır diyordu biraz da esprili bir şekilde. (Bu arada bahsettiği kişi birkaç ay sonra İzmir’de başımıza iş açan Tadija Dragicevic’ten başkası değildi.) Özellikle Brkic cinayeti sonrası, basketbolu tekrar eski günlerine döndürmek için 2001 ve 2002’deki turnuvalara çok önem vermişlerdi, istediklerini klasik(!) yoldan da olsa almayı başarmışlardı, 2005’e de ev sahibi olurken akıllarında bu vardı ama sonuç çok büyük hayal kırıklığı oldu bu sefer.

Basketbol milli takımları bu insanların en büyük gurur kaynağı belki de. O takımın başarısı ve oyuncuların uluslar arası alanda daha fazla tanınması haklarındaki pek çok önyargıyı yıkmak için bir araç onların gözünde ayrıca. Bu kadar önyargı da siyasilerin mahvettiği şeylerin acısını çeken pek çok masum insanın yazının başında anlattığım gibi dışlanmalara götürecek sonuçlar çıkarabiliyor ortaya. Haklarındaki önyargıları da kanıksamışlar bir yandan da. Hatta artık iyi bir arkadaşım olan o dönem yerel grubun da başkanı olan Sasha, buraya özel bir önyargım olmadığını söyleyince çok şaşırmıştı. Neredeyse Türkiye kadar dışarıdan bilinmeyen bir yer ve kötü imaj konusunda da ondan geri kalmıyor Sırbistan. Bana en başta pek inanmasa da hakkında tonla önyargı bulunan bir ülkenin tonla önyargı bulunan bir şehrinde büyüdüğümü belirtmem onu ikna etmeme yetti. Ya da her yemeğin içinde domuz eti var mı diye sorduğumuz için bizden bıkıp konuyu kısa kesmiş de olabilir.
2009’da Slovenlerin topluca “Allahım Neydi Günahım” kasedini (tabi ki Tatlıses olanı) tekrar tozlu raflardan çıkarmasını sağlayan, Teodosic’in insanlık dışı oynadığı yarı final maçının ardından Mladen’le konuştuğumda onun mutluluğunu görüp sevinmemek benim için mümkün değildi. Kaybettikleri o çok önemli şeye tekrar kavuştuklarını hissediyordu, oradaki güzel insanlar için belki de en büyük mutluluk kaynağını. O insanları tanıdığımdan beri benim de kalbimin bir parçası hep onlarla artık.

Hiç yorum yok: