24 Şubat 2011 Perşembe

Canasta de Gasol


Üç yıl önce içinde bulunduğumuz ayda NBA gibi bir organizasyon için azımsanmayacak sayıdaki kaderini olumlu yönde değiştiren hamlelerden biri daha gerçekleşti Lakers franchise'ı için. Son Carmelo takasını gördükten sonra kol, bacak ne varsa kilitlediğimizi çok daha iyi anlıyorum. Belki zaman içinde gelinen nokta da Pau Gasol, her Santa Monicalı fanatiğin beklentisini aştı, ama o gün için beklentisi en düşük olanlardan olan şahsım adına beni çok daha memnun ettiğini söyleyebilirim. Geriye bakıp kendisinin kariyerindeki ilk yıllarına baktığımda işin içine biraz da şaşkınlık giriyor, Pau Gasol Sáez'in oyunundan öte mental açıdan yaşadığı gelişim çok ama çok etkileyici benim açımdan.


Futbolda örneklerini şu sıralar oldukça net görülebileceği üzere FC Barcelona’da altyapıdan gelen Katalan oyuncuların her zaman için ayrı bir yeri vardır. Pau’nun yuvadan uçacağı bilindiği halde Euroleague şampiyonluğu kovalayan Barça’da sürekli şans buldu, şu ankinden daha rekabetçi olan bir turnuvada NBA’e giderkenki halinden eser yokken bile istikrarla oynatıldı, oyununa yapacağı katkı düşünülerek sınırlı miktarda da olsa kısa forvet olarak bile denendi zaman zaman.

Kendisine ta o zamanlardan ısınamayan biriyim. İspanya milli takımı ile olan serüveni ise bunu daha da öteye götürdü. Aslında 2001’deki İspanya turnuvanın Nowitzki’den sonraki en etkileyici unsuruydu. Sıralamada üstlerinde yer alan Yugoslavya’dan da Türkiye’den de daha iyi bir basketbol oynamışlardı. Bizim 79’lular gibi bel bağladıkları müthiş 80 jenerasyonunun iskeletini oluşturduğu o takımın oynadığı oyun benim pek haz etmediğim daha sonraki dönemdeki basketbollarından ciddi anlamda farklı, çok iyi savunma yapan bugünkü kadar da Arif Erdem’lik peşinde koşmayan sempatik bir takımdı. İspanyol basketbolunun A milli takım seviyesindeki başarısının 99’daki gümüş madalyayla başladığı kronolojiye bakarak iddia edilse de o turnuvadaki takım çok başkaydı, Fransa’nın önünü açmak için Sabonis’e sadece 11 dakika sahada kalma izni veren hakemler olmasa muhtemelen ilahi adaletin en büyük göstergelerinden olan Bercy’nin Les Bleus’nün başına yıkıldığı o günün aktörü bile olamayacaklardı. Panpası Navarro ve o dönemin hak ederek büyük şeyler vaat eden oyuncusu Raul Lopez’le birlikte geleceğin takımı olduklarını kanıtlamışlardı İstanbul’dan ayrılırken.

Indianapolis’le birlikte Gasol’ün 5 numarada kullanılma dönemi başladı, genelde olduğu gibi elemelere kadar çok iyi gelen takıma çeyrek finallerde daha sonra tekrar yaşanacağı üzere Nowiztki’ye tosladı(Eline sağlık paşam). Daha sonra da İsveç’te finallerde yetenekli olduğu kadar çok da akıllı oynayan bir Litvanya’ya karşı Pau Gasol hayatının en etkili oyununu oynamadı. Gün geçtikçe daha da itici hale gelen İspanya’nın antipati sembolü gibiydi Gasol. Pota altında topu alınca sürekli smaca gitmeye çalışan bir adamdı (evet bu adam bugün zaman zaman agresif olmamakla eleştirilenin aynısı) ama akıllı savunmacılara karşı çok verimsiz oynuyor kritik maçlarda genel istatistiklerinin gerisinde kalıyordu. Atina’da bir kaza kurşunu olarak şu aralar Çin’de takılan Marbury’nin coştuğu bir günde, yine harika bir grup maçları serisinin ardından Porto Riko’dan bile fark yiyen Dürüm Team’e elenirlerken, FIBA hakemlerinin oynatmamak için ant içtiği Tim Duncan kısa sürede onu art arda bloklayarak ve müthiş bir smaçla poster çocuğu yaparak pasifize edip haddini bildirmişti. Portföyünde çok daha fazlası olduğunu bildiğimiz bir adamın bu kadar tek yönlü oynamaya çalışması, savunmada da doğru pozisyon almaktan çok blok kovalaması yaptığı her smaç ya da bloktan sonraki hareketlerinden bile daha itici geliyordu bana. Yine de bunların hiçbiri bana Mithat Bereket’in 2002 Dünya Şampiyonası sırasında onunla yaptığı bir röportajdaki tavrı kadar antipatik gelmemişti. Turnuvanın açılış etkinliklerinde Türkiye için “siz de fena takım değilsiniz, ha şu Detroit’teki çocuk da var” deyişi korkarım ki ona dair aklıma gelen ilk anekdot olarak yıllarca hafızamda yer edecek. Mesele, daha geçen yıl müthiş bir maçta karşılıklı oynadığı ve o gün onun takımını yıkan iki adamdan birinin adını hatırlamaması bile değil, o küçümseyici, yukarıdan bakan tavrıydı. İspanya milli takımının çoğu kişiye antipatik gelme sebebi sahadaki sürekli Arif Erdem’in gözünü yaşartacak kadar gururlandıran tavırları olsa da benim açımdan kendilerini herkesten üstün gören, biraz yukarıdan bakan bu tavırlarıdır, yazları milli takım hazırlık turnuvalarına katılmaya bile pek tenezzül etmezler, fazla hazırlık maçı yapmaya bile ihtiyaç duymazlar. Gasol de bunu o anda sadece çok net bir şekilde yansıtmıştı, en azından bana göre. Hazır, İspanyolların bu can sıkıcı tavrına değinmişken, kişisel görüşümü de aktarayım. Gasol, pek çok arkadaşıma göre sahada faul almak için bağıran, abartılı hareketler yapan biri olsa da yetiştiği toprakları düşününce bunu çok da yadırgamıyorum. Belki hatırlayanlar olacaktır, Fernando Torres’in ilk Anfield günlerinde sürekli kendini yere atması bu tip şeylerin pek sevilmediği adada tartışma yaratmış, Steven Gerrard da konuya dahil olup bunun yanlış olduğunu belirtince Torres, bunun İspanya’da gayet doğal olduğunu, oradaki spor kültürünün bir parçası olduğunu belirtmişti. İspanyollar bu konuda bayrağı taşısa da Güney Amerikalı ve Akdenizlilerin dahil olduğu bir ortamda bunları sık sık görüyoruz aslında. Hiç haz etmesem de bu durumdan, bu şekilde yetiştirilen bir oyuncunun bu tavrını karakterine yormak bence biraz haksızlık olur. Gasol’ün tavrının Ginobili veya Scola’dan daha kötü olduğunu düşünmüyorum, hele ki Katalunya’da standartları belirleyenlerin Rudy Fernandez ve Juan Carlos Navarro olduğu düşünülünce Pau melek bile sayılabilir. (Alttaki resimde Navarro'nun omzundaki diğer el Milicic'e ait, şu güzel ortamı bozmayalım diye, onun kesildiğini arayıp buldum.)

Kendisi için İspanyol basınınca Fotomaç usulü kullanılan Gasolin lakabını da Polonya’ya kadar hak ettiğini düşünmemişimdir hiç Pau’nun. Takımı sürükleyen, kritik zamanlarda sahne alan özel adam, en iyisini Pekin’deki finalde gösterdiği üzere Navarro olmuştur benim gözümde. Takımın en ünlüsü olması onu takımın başarısı için en kritik adam yapmamıştır. Onun yokluğu 2005’te turnuva boyunca ve 2006 finalinde de İspanya’dan çok şey götürmemiştir. 2007’de takımı finalde kaybederken ve o bir kez daha adının hakkını veren bir oyun ortaya koyamayıp, kritik faulleri ve son şutu kaçırmasıyla akıllara kazınan performansı, basketbol severlerce uluslar arası bayram ilan edilen o güne dair ekmek kadayıfının üzerindeki kaymağın üzerine serpiştirilen Antep fıstığı gibi bir ekstra hoşluktur. Sürekli yapamadığından bahsedilen fiziksel oyunu ve sertliği onun gibi özel yeteneklere mazhar olmayan, onu Lakers’a getiren adamlardan ortanca biraderi Marc yaparken onun yapamaması ironikti biraz. Bu arada küçük birader Adria da yolda, 16 yaşında ve 2.03 şu anda.

Bu noktaya kadar itin bir yerine sokup çıkardığımız adamın şu anki konumuna cidden hayret ediyorum. Takası sonrası bir şampiyonluk adayına gitmesi, şampiyon bir takımın parçası olması, onun için çok ideal bir sistem ve Phil Jackson’la çalışma olanağı yakalaması dahi ondaki değişimi açıklama açısından beni tatmin etmiyor. Sürekli kendisine kral muamelesi yapılan bir yerde olmayıp, farkını ortaya koyması gereken bir yere gitmesi sanırım onu pek çok yönden etkiledi. Sakat olarak başladığı Eurobasket 2009’da zaman zaman kenardan gelerek, Scariolo kifayetsizinin rezil ettiği o takıma sonunda altını kazandıran adam bu sefer Navarro değil oydu. İsveç’te neredeyse Larry Richard gibi tek elle faul atan o adam, kendine güvenli bir şekilde üçlük atabiliyordu artık. Çok değil iki yıl önceki profilin çok dışında bir adam görüyordum ben artık sahada. Sahada kimseyle uğraşmayan, sessiz sakin oyununu oynayan ve gerçekten verimli olan gerçek bir lider vardı artık.

Zaman içinde araştırınca Pau’nun farklı özelliklerini öğrenince bu durum o kadar da acayip gelmemeye başladı bana. Entellektüel, piyano çalan, operaya giden, tıp fakültesine kaydolmuş bu adamın sahada da kafasını kullanmaya karar vermiş olabileceğini düşündüm daha sonra. Kobe gibi top kullanma konusundaki agresifliği bazen çileden çıkaran bir adamın yanında sakin, aklı başında ve akıllı oynayan bir adam hakikaten ilaç gibi geldi. Ron Artest’le birlikte Kobe’nin kıçını kurtardıkları yedinci maç da unutulmaz tabi. Yıllarca milli takımıyla ve Barcelona ile çok fazla stresli maça çıkmış biri olarak, bu alanda deneyimli pek çok oyuncu gibi NBA’deki stres ona daha az etki etmişti. Eline sağlık falan da, ben en çok bu değişim sürecini alkışlıyorum.


Aslında bu postu Pau’nun 30.yaş gününe planlamıştım ama kısmet olmadı, bugüne nasipmiş. Cesur bir kalem olmanın bedelini Santa Monicalı fanatiklerden bir gensoru önergesi ile soyutlanmama kadar giden bir sürecin parçası olarak ödemem umarım. Lakers camiasını önemli bir demokrasi sınavı bekliyor olabilir.

PS: Ne çok kısa ne de uzun saç yakışıyor sana biladerim, arası daha iyi. Lokavt olursa da git Barça’yı şampiyon yap, Euroleague de eksik kalmasın.

Hiç yorum yok: