28 Şubat 2011 Pazartesi

Ajax, Naziler, Giovanni Rosso...


Ajax, Hollandalılar ve Savaş- II.Dünya Savaşı'nda Avrupa'da Futbol (Ajax, The Dutch, The War: Football in Europe During the Second World War) arka kapağına bakıp, ilk bölümlerini okuyunca Simon Kuper herhalde ünlü olduktan sonra kendi toplumu için bir şeyler yapma amacıyla ama içerik olarak da çok da ilgi çekici olmayan bir kitap yazmaya kalkmış düşüncesindeydim. Ama daha sonraki aşamada kitap Futbol Asla Sadece Futbol Değildir'in (Football Against Enemy) devamı havasına büründü gözümde.


Hollandalılar'ın savaş sırasındaki yaklaşımlarına eleştiriler eserin temelini oluştursa da pek çok ilgi çekici anekdot ve hikayeyi barındırıyor içinde. Benim gibi özellikle spor başta hayatının her alanda ufak detaylara, anekdotlara çok takılıp onların üzerine düşünmeyi seven biriyseniz oldukça ilgi çekici. Zaten ilerleyen bölümler iyiden iyiye Kuper'i ünlü yapan kitabın bir devamı gibi adeta. Oscar Heisserer gibi adamlarla yapılan sohbetler ve ortaya çıkan pek çok hikaye oldukça değerli. Gene, futbolun hayatla ilişkisinin ve gücünün savaş dönemi üzerinden aktarımı bugün bile ampul kafalar nasıl %47 oy alıyoru anlayamayan halktan uzak insanlara bile Maslow'un ihtiyaç hiyerarşisi gibi durumu aktarabilecek güzel ayrıntılar sunuyor. Hiçbir şey için olmasa dahi içerikten öte yapım aşamasında verdiği emeğin hakettiği saygı dahi yeterli okumak için ki Futbol Asla Sadece Futbol Değildir'in kanımca hala en etkileyici unsuru, onun oluşumu sürecinde verilen emek, çekilen zorluklardır. Zaman zaman fena saçmalasa da Simon Kuper, bir kez daha benim yüksek beklentilerimi aşıyor kısaca.

Aslında kitabı alalı çok uzun süre olmuştu ama kısmet geçen haftayaymış okumak. Daha kapsamlı bir şekilde içindeki güzel anekdotları paylaşmak gibi bir niyetim vardı ama hem bu postun yazımını daha fazla sündürmemek hem de o keyfi okuma niyetinde olanlara aktarmak için işin o tarafına girmeyeceğim. Kitabın yazarı kadar ilgimi çeken unsurlarından birisi olan Hollanda'nın hem ülke hem de futbol kültürü ile ilgili çok güzel şeyler var. Okudukça, Hollanda'da geçirdiğim bir haftanın neredeyse tamamını toplantılarla (kalanını da bira tüketerek tabi ki) ve bu renkli ülkenin en sönük yerlerinden olan Eindhoven'da geçirdiğime tekrar üzüldüm; her ne kadar bana sabah akşam tatlı dışında pek bir şey yedirmeseler ve Venlo sınırındaki memurun beni haybeye bekleterek trenimi kaçırtmasına sinir olsam da.


Mesih sarı fare Cruyff'un Ajax'a gelişi ile bir futbol devinin nasıl ortaya çıktığı, Hollanda'daki futbol rekabeti, Ajax-Yahudi ilişkisi hatta Maradona'nın gençken nasıl Rotterdam kapılarından döndüğü ve tarihin akışının nasıl değiştiğine dair pek çok hikaye okunası... Benim en çok ilgimi çekenlerden biri zamanında Futbol Mundial'de İtalyan isimli bir Hırvat'ın İsrail'de ne işi var girişi ile aktarılan Giovanni Rosso'nun Maccabi Haifa'sının Ajax ile 99'daki eşleşmesinden söz edilmesiydi. Daha önceden de konu hakkında bir şeyler okumuş olsam da daha fazla detaya sahip olmak güzeldi. O programdan birkaç hafta sonra Rosso, Dolmabahçe'de kabus gibi geçen maçta gol atmış, uzatmalardaki Ahmet Dursun'un golü rövaşta gol çıkmayınca yetmemiş ve Maccabi Haifa tur atlamıştı. İsraillilerin milli takımlarından bile belki daha fazla değer verdiği Ajax taraftarlarınca alkışlanmaları dışında İstanbul'da aynı şekilde alkışlanmalarının aktarılması Beşiktaş'ın ismini gördüğümde beni gülümsetti. Valencia'da ise gamalı haç ile karşılaşmışlar bu arada.


Klişelerin ve şehir efsanelerinin sadece bize ait olmadığını ise gerçeğin aksine Hollandalıları saf iyi (kitaptaki tabiri ile goed) görüp onların kötü (foet) olacağına inanmayan İsraillileri harika bir şekilde anlatan şu alıntı ile bitireyim(s.254).

"Belki Anghel bana neden İsraillilerin Hollandalıların savaşta iyi davrandığını açıklayabilir. Anghel moronmuşum gibi yüzüme bakıyor. Hollandalılar savaşta iyiydi de ondan diyor. Evet, Alman işgalinin başlangıcında Yahudileri ihmal etmişler, ama sonra değişmişler. Okulda böyle öğrenmiş.

'Ne zaman değişmişler?' diye soruyorum.
Anghel tam olarak bilmiyor.
'Şubat Grevi mi?' diye dürtüyorum.

Yalnızca Hollandalıların iyi olduğunu biliyor. Anghel, İsraillilerin öbür ülkelerden pek fazla birşey beklemediğini anlamam gerektiğini söylüyor. Avrupa'nın büyük bölümü Soykırım'ı bütün gücüyle destekledi. Kısa süre önce gittiği Kosova'da, bir Arnavut SS birimi Almanlarla birlikte evden eve gezerek Yahudi ailelerini gösteriyormuş. Yahudileri toplarken Almanlara Hollandalıların da yardım ettiğini söylüyorum. Sözlerimin etkisi olmuyor.

İsrailliler bir açıdan haklılar: Hollandalılar savaşta iyi idi. Ama II.Dünya Savaşı'nda değil, 1973'teki savaşta. Araplar Yom Kippur'da İsrail'i işgal ettiği ve ülke ölüm-kalım savaşı verdiği zaman yalnıca ABD ve Hollanda koşulsuz destek verdi. Araplar petrol boykotuyla öç aldılar, Hollanda'da 'otomobilsiz Pazar' yaşandı. Hollanda başbakanı işe bisikletle giderken kameraya alındı. Bu, Hollanda başbakanlarının zaten genellikle işe bisikletle gittiğini bilmeyen İsrailliler üzerinde büyük etki yarattı."

Bir de keşke alttaki İngilizce yayında kullanılan kapak kullanılsaymış burada da. Bayıldım.

Tupac Shakur -ayarların efendisi- Top 20




Rap seviyorsun ama 50 cent'in motorlarından, Jay-Z ve Diddy'nin reislik triplerinden, Kanye West'in ergenliğinden, bunların hepsinin kliplerinde sürten Rihanna'nın kabaetini görmekten sıkıldın mı? 2pac efsanesini duydun ama muhtemelen dinlemeye üşendin yada birkaç şarkısı ağır geldi.

"I'm not saying I'm gonna change the world, but I guarantee that I will spark the brain that will change the world."

Bu sözün hakkını verip bu dünyadan göçmüş Makaveli'nin, müziğin hertürlüsünü seven herkesin seveceğini düşündüğüm bana göre en iyi 20 şarkısını sıralıyorum, not al arkadaşım, kafanı ver.

not: Bu liste benim listem, ''nasıl California Love ilk üçte olmaz yeeaaa'' diyene ilk taşı ben atarım.

1- Until the End of Time
2- Ambition az a Ridah
3- Wonder Why They Call U Bitch (şarkının hikayesini araştırın)
4- Changes
5- 2 of Americaz Most Wanted
6- Ghetto Gospel
7- Hit em Up (yine hikaye araştırılsın)
8- All Eyez on Me
9- Letter 2 My Unborn Child (araştırmayın, sözleri iyi dinleyin)
10- Lil Homies
11- Don't you trust me
12- Troublesome '96
13- Thugs Get Lonely Too
14- Hail Mary
15- Niggaz Nature
16- When Thugs Cry
17- California Love
18- Lets be Friends (Until the end of time version, bu detaya dikkat)
19- Smoke Weed All Day
20- Last ones left

Şimdi yaptık yapmasınada, 6'dan sonradaki sıralamaya fazla takılmayın. Birbirinden ayrılacak gibi değiller.

Bunları dinledin ve hoşuna gitti, sözler vurdu ve 2pac ne menem bi adammış, neden ölmüş, neler yapmışta millet şimdi adını duyunca el pençe divan duruyor diye merak ettin?

'Tupac: Resurrection' isimli oscar'a aday olmuş belgeselini izliyorsun. http://www.imdb.com/title/tt0343121/

26 Şubat 2011 Cumartesi

Zalgiris Miracle


http://www.youtube.com/watch?v=Y8SIh89Vna4

Yarone Arbel bu hafta "Zalgiris Miracle"dan bahsetmiş. Yanlarına gömülmek istediğim birkaç adamdan ikisi olan Brad Newley ve Khalid El-Amin, bu hafta Rytas için OAKA'dan galibiyet çıkarınca gazı biraz olsun kaçmış gibi görünse de belki de Top 16'deki en önemli maça çıktı bu hafta Maccabi ve Barça Yad Eliyahu'da. Son saniyelerde yaşananlar daha sonrası için gidişatı değiştirmese de eski Maccabi'li Alan Anderson son saniyede yaptığı saçma faulle, maçın uzatmaya gitmesine sebep oldu, o kenarda otururken tüm salon ona geçen sezondan aşina olduğu tezahüratları yapıyordu ama uzatma için onlara gerekli 10 sayılık fark ne kadar zor olursa olsun Zalgiris mucizesini yaşayan insanların umutlu olmak için bir sebepleri vardı.

8 Nisan 2004 akşamı aslında önceki hafta adamım Antoine Rigaudeau, Kaunas'tan galibiyet çıkarmasa, Ülker'in Maccabi galibiyetiyle Zalgiris'i Final-Four'a çok yaklaştırmış olacaktı, bu maçın son on saniyesinde yaşananlar olmasa kendisi daha iki hafta önce Tel-Aviv'e seyahat etmeyi reddeden takımını oraya bu sefer başka bir şekilde taşımış olacaktı. hatta "Ya olsaydı" lafının çokça edilebileceği çok ilginç bir gruptu o dönem başından itibaren hakikaten. Ama şu maçta olanlar hakikaten sınırları zorlar. Eğer hala sporda şans faktörünün varlığına inanmayanlar varsa tekrardan düşünmeli sadece bu on saniyeyi gözden geçirip. Efes'in mantık dışı CSKA zaferini bile sönük bırakan bir gece yaşanmıştır Tel Aviv'de.

Yaklaşık on saniye kala, topu oyuna sokan Maccabi 5 sayı geride olup, 1 Mayıs günü Fortitudo Bologna'yı delik deşen adamlardan, Avrupa'nın üçlük spesiyalistlerinden David Bluthental boşken topu çembere bile değdiremez! Ribaundu alan Nikola Vujcic farkı 3'e indirir. Geceyi 37 sayıyla tamamlayıp, elinden gelen herşeyi yapmış Sarunas Jasikevicius 5 faulle kenara gelirken, umutsuzluğu yüzünden okunmaktadır. Giedrius Gustas'ın ilk serbest atışı çemberin içinden çıkımasa herşey bitmiştir ama bir hakkı daha vardır. Kalan sürenin 2.2 saniye olduğu düşünülünce atmasına bile gerek yoktur aslında bir nevi. Faulü sokamamasına rağmen dönemin istatistik canavarı, eski kanarya Tanoka Beard anlamsız bir biçimde ribaund için erken girince içeri arıların istediği olur. Ilija Belosevic topu Gur Shelef'e verdiğinde tam tamına 2 saniye vardır. O fırlatılan topu kapıp potaya gönderen Derrick Sharp, efsaneden öte olduğu Yad Eliyahu kariyerinin en unutulmaz anına imza atar. Sonrası mı? Hayatım boyunca seyrettiğim en özel takım ünvanının abartı olmayacağı takım belki de en unutulmaz Euroleague finaline imza atar.

Laurent Sciarra

Avrupa'nın Jason Kidd'i olarak adlandırılan adam Pau Orthez formasıyla dün kariyerine son noktayı koydu. Le Roi ile birlikte resimden çıkmaları ile birlikte Les Bleus, Herr Pekdoğru'nun "kafası kesilmiş tavuk" olarak harika bir şekilde nitelediği o takıma dönüştü. Sydney'deki başarıda da belki de en büyük pay sahibi isimdir. Alttaki resim de sahadaki son anına dair, yerine giren arkadaş da tanıdık bir isim Sir Özköseoğlu'nun eski sevgililerinden. Resimler şuradan.

24 Şubat 2011 Perşembe

Arif Erdem Who?



Canasta de Gasol


Üç yıl önce içinde bulunduğumuz ayda NBA gibi bir organizasyon için azımsanmayacak sayıdaki kaderini olumlu yönde değiştiren hamlelerden biri daha gerçekleşti Lakers franchise'ı için. Son Carmelo takasını gördükten sonra kol, bacak ne varsa kilitlediğimizi çok daha iyi anlıyorum. Belki zaman içinde gelinen nokta da Pau Gasol, her Santa Monicalı fanatiğin beklentisini aştı, ama o gün için beklentisi en düşük olanlardan olan şahsım adına beni çok daha memnun ettiğini söyleyebilirim. Geriye bakıp kendisinin kariyerindeki ilk yıllarına baktığımda işin içine biraz da şaşkınlık giriyor, Pau Gasol Sáez'in oyunundan öte mental açıdan yaşadığı gelişim çok ama çok etkileyici benim açımdan.


Futbolda örneklerini şu sıralar oldukça net görülebileceği üzere FC Barcelona’da altyapıdan gelen Katalan oyuncuların her zaman için ayrı bir yeri vardır. Pau’nun yuvadan uçacağı bilindiği halde Euroleague şampiyonluğu kovalayan Barça’da sürekli şans buldu, şu ankinden daha rekabetçi olan bir turnuvada NBA’e giderkenki halinden eser yokken bile istikrarla oynatıldı, oyununa yapacağı katkı düşünülerek sınırlı miktarda da olsa kısa forvet olarak bile denendi zaman zaman.

Kendisine ta o zamanlardan ısınamayan biriyim. İspanya milli takımı ile olan serüveni ise bunu daha da öteye götürdü. Aslında 2001’deki İspanya turnuvanın Nowitzki’den sonraki en etkileyici unsuruydu. Sıralamada üstlerinde yer alan Yugoslavya’dan da Türkiye’den de daha iyi bir basketbol oynamışlardı. Bizim 79’lular gibi bel bağladıkları müthiş 80 jenerasyonunun iskeletini oluşturduğu o takımın oynadığı oyun benim pek haz etmediğim daha sonraki dönemdeki basketbollarından ciddi anlamda farklı, çok iyi savunma yapan bugünkü kadar da Arif Erdem’lik peşinde koşmayan sempatik bir takımdı. İspanyol basketbolunun A milli takım seviyesindeki başarısının 99’daki gümüş madalyayla başladığı kronolojiye bakarak iddia edilse de o turnuvadaki takım çok başkaydı, Fransa’nın önünü açmak için Sabonis’e sadece 11 dakika sahada kalma izni veren hakemler olmasa muhtemelen ilahi adaletin en büyük göstergelerinden olan Bercy’nin Les Bleus’nün başına yıkıldığı o günün aktörü bile olamayacaklardı. Panpası Navarro ve o dönemin hak ederek büyük şeyler vaat eden oyuncusu Raul Lopez’le birlikte geleceğin takımı olduklarını kanıtlamışlardı İstanbul’dan ayrılırken.

Indianapolis’le birlikte Gasol’ün 5 numarada kullanılma dönemi başladı, genelde olduğu gibi elemelere kadar çok iyi gelen takıma çeyrek finallerde daha sonra tekrar yaşanacağı üzere Nowiztki’ye tosladı(Eline sağlık paşam). Daha sonra da İsveç’te finallerde yetenekli olduğu kadar çok da akıllı oynayan bir Litvanya’ya karşı Pau Gasol hayatının en etkili oyununu oynamadı. Gün geçtikçe daha da itici hale gelen İspanya’nın antipati sembolü gibiydi Gasol. Pota altında topu alınca sürekli smaca gitmeye çalışan bir adamdı (evet bu adam bugün zaman zaman agresif olmamakla eleştirilenin aynısı) ama akıllı savunmacılara karşı çok verimsiz oynuyor kritik maçlarda genel istatistiklerinin gerisinde kalıyordu. Atina’da bir kaza kurşunu olarak şu aralar Çin’de takılan Marbury’nin coştuğu bir günde, yine harika bir grup maçları serisinin ardından Porto Riko’dan bile fark yiyen Dürüm Team’e elenirlerken, FIBA hakemlerinin oynatmamak için ant içtiği Tim Duncan kısa sürede onu art arda bloklayarak ve müthiş bir smaçla poster çocuğu yaparak pasifize edip haddini bildirmişti. Portföyünde çok daha fazlası olduğunu bildiğimiz bir adamın bu kadar tek yönlü oynamaya çalışması, savunmada da doğru pozisyon almaktan çok blok kovalaması yaptığı her smaç ya da bloktan sonraki hareketlerinden bile daha itici geliyordu bana. Yine de bunların hiçbiri bana Mithat Bereket’in 2002 Dünya Şampiyonası sırasında onunla yaptığı bir röportajdaki tavrı kadar antipatik gelmemişti. Turnuvanın açılış etkinliklerinde Türkiye için “siz de fena takım değilsiniz, ha şu Detroit’teki çocuk da var” deyişi korkarım ki ona dair aklıma gelen ilk anekdot olarak yıllarca hafızamda yer edecek. Mesele, daha geçen yıl müthiş bir maçta karşılıklı oynadığı ve o gün onun takımını yıkan iki adamdan birinin adını hatırlamaması bile değil, o küçümseyici, yukarıdan bakan tavrıydı. İspanya milli takımının çoğu kişiye antipatik gelme sebebi sahadaki sürekli Arif Erdem’in gözünü yaşartacak kadar gururlandıran tavırları olsa da benim açımdan kendilerini herkesten üstün gören, biraz yukarıdan bakan bu tavırlarıdır, yazları milli takım hazırlık turnuvalarına katılmaya bile pek tenezzül etmezler, fazla hazırlık maçı yapmaya bile ihtiyaç duymazlar. Gasol de bunu o anda sadece çok net bir şekilde yansıtmıştı, en azından bana göre. Hazır, İspanyolların bu can sıkıcı tavrına değinmişken, kişisel görüşümü de aktarayım. Gasol, pek çok arkadaşıma göre sahada faul almak için bağıran, abartılı hareketler yapan biri olsa da yetiştiği toprakları düşününce bunu çok da yadırgamıyorum. Belki hatırlayanlar olacaktır, Fernando Torres’in ilk Anfield günlerinde sürekli kendini yere atması bu tip şeylerin pek sevilmediği adada tartışma yaratmış, Steven Gerrard da konuya dahil olup bunun yanlış olduğunu belirtince Torres, bunun İspanya’da gayet doğal olduğunu, oradaki spor kültürünün bir parçası olduğunu belirtmişti. İspanyollar bu konuda bayrağı taşısa da Güney Amerikalı ve Akdenizlilerin dahil olduğu bir ortamda bunları sık sık görüyoruz aslında. Hiç haz etmesem de bu durumdan, bu şekilde yetiştirilen bir oyuncunun bu tavrını karakterine yormak bence biraz haksızlık olur. Gasol’ün tavrının Ginobili veya Scola’dan daha kötü olduğunu düşünmüyorum, hele ki Katalunya’da standartları belirleyenlerin Rudy Fernandez ve Juan Carlos Navarro olduğu düşünülünce Pau melek bile sayılabilir. (Alttaki resimde Navarro'nun omzundaki diğer el Milicic'e ait, şu güzel ortamı bozmayalım diye, onun kesildiğini arayıp buldum.)

Kendisi için İspanyol basınınca Fotomaç usulü kullanılan Gasolin lakabını da Polonya’ya kadar hak ettiğini düşünmemişimdir hiç Pau’nun. Takımı sürükleyen, kritik zamanlarda sahne alan özel adam, en iyisini Pekin’deki finalde gösterdiği üzere Navarro olmuştur benim gözümde. Takımın en ünlüsü olması onu takımın başarısı için en kritik adam yapmamıştır. Onun yokluğu 2005’te turnuva boyunca ve 2006 finalinde de İspanya’dan çok şey götürmemiştir. 2007’de takımı finalde kaybederken ve o bir kez daha adının hakkını veren bir oyun ortaya koyamayıp, kritik faulleri ve son şutu kaçırmasıyla akıllara kazınan performansı, basketbol severlerce uluslar arası bayram ilan edilen o güne dair ekmek kadayıfının üzerindeki kaymağın üzerine serpiştirilen Antep fıstığı gibi bir ekstra hoşluktur. Sürekli yapamadığından bahsedilen fiziksel oyunu ve sertliği onun gibi özel yeteneklere mazhar olmayan, onu Lakers’a getiren adamlardan ortanca biraderi Marc yaparken onun yapamaması ironikti biraz. Bu arada küçük birader Adria da yolda, 16 yaşında ve 2.03 şu anda.

Bu noktaya kadar itin bir yerine sokup çıkardığımız adamın şu anki konumuna cidden hayret ediyorum. Takası sonrası bir şampiyonluk adayına gitmesi, şampiyon bir takımın parçası olması, onun için çok ideal bir sistem ve Phil Jackson’la çalışma olanağı yakalaması dahi ondaki değişimi açıklama açısından beni tatmin etmiyor. Sürekli kendisine kral muamelesi yapılan bir yerde olmayıp, farkını ortaya koyması gereken bir yere gitmesi sanırım onu pek çok yönden etkiledi. Sakat olarak başladığı Eurobasket 2009’da zaman zaman kenardan gelerek, Scariolo kifayetsizinin rezil ettiği o takıma sonunda altını kazandıran adam bu sefer Navarro değil oydu. İsveç’te neredeyse Larry Richard gibi tek elle faul atan o adam, kendine güvenli bir şekilde üçlük atabiliyordu artık. Çok değil iki yıl önceki profilin çok dışında bir adam görüyordum ben artık sahada. Sahada kimseyle uğraşmayan, sessiz sakin oyununu oynayan ve gerçekten verimli olan gerçek bir lider vardı artık.

Zaman içinde araştırınca Pau’nun farklı özelliklerini öğrenince bu durum o kadar da acayip gelmemeye başladı bana. Entellektüel, piyano çalan, operaya giden, tıp fakültesine kaydolmuş bu adamın sahada da kafasını kullanmaya karar vermiş olabileceğini düşündüm daha sonra. Kobe gibi top kullanma konusundaki agresifliği bazen çileden çıkaran bir adamın yanında sakin, aklı başında ve akıllı oynayan bir adam hakikaten ilaç gibi geldi. Ron Artest’le birlikte Kobe’nin kıçını kurtardıkları yedinci maç da unutulmaz tabi. Yıllarca milli takımıyla ve Barcelona ile çok fazla stresli maça çıkmış biri olarak, bu alanda deneyimli pek çok oyuncu gibi NBA’deki stres ona daha az etki etmişti. Eline sağlık falan da, ben en çok bu değişim sürecini alkışlıyorum.


Aslında bu postu Pau’nun 30.yaş gününe planlamıştım ama kısmet olmadı, bugüne nasipmiş. Cesur bir kalem olmanın bedelini Santa Monicalı fanatiklerden bir gensoru önergesi ile soyutlanmama kadar giden bir sürecin parçası olarak ödemem umarım. Lakers camiasını önemli bir demokrasi sınavı bekliyor olabilir.

PS: Ne çok kısa ne de uzun saç yakışıyor sana biladerim, arası daha iyi. Lokavt olursa da git Barça’yı şampiyon yap, Euroleague de eksik kalmasın.

20 Şubat 2011 Pazar

it's the football

it's the football from KÜF Project on Vimeo.


KÜF's latest project is all about football. Seeing as the Turkish National football team could not qualify into the World Cup, KÜF has decided to take their frustration out on the 'NO ENTRY' signs of Kavaklidere. 'It's the football' utilizes the same visual vocabulary as that of the Turkish National team's jerseys. KÜF selected 11 'NO ENTRY' signs that create a 4-4-2 formation; the chosen numbers and their placement are in direct accordance with the starting line-up of the Bosnia-Turkey game, which took place on the 9th of September, 2009. This particular game is of special significance to KÜF (and the majority of the Turkish population), since its outcome has reduced Turkey's appearance in the World Cup to a miracle.

Kavaklıdere hiç bu kadar güzel görünmedi gözüme.

13 Şubat 2011 Pazar

Ne Bileyim Be!

Sen,
Oldugun gibi dursan da sen,
İnsanlar degisiyor.
Durdugun yerde Dünya'nın dondugu gibi.
Sen seridinde tıngır mıngır ilerlerken,
Karsi seritteki dallamanın bariyerlere carparak uzerine ucması gibi.

Konusmaları degisiyor,
Sususları bile.
Suskunluklarının bile o eski suskunluk olmadıgını anlıyorsun.
Neden boyle oldugunu merak ederken kuduruyorsun ilk,
Sonra zaten ne zamandır hic konusmamıs oldugunu farkediyorsun.
Suskunlukları bile degisiyor insanların.

İcinde bir seyler kopuyor,
Birileri ölüp ölüp duruyor bir yerlerinde,
Öncekiler gibi degil,
Ölümler de degisiyor.

Yine kalıyorsun kendi kendine...
Tayini cikan memur gibi,
Zorunlu gorevdeki ögretmen gibi.
Yepyeni insanlarla yeniden baslamak zorunda kalıyorsun.

İnsanın ici yaniyor.
İcine sıcıyorlar disina sıcıyorlar,
Uzerine bosalıyorlar.
Götün mecbur degisiyorsun sen de sonunda,
Gözünün gordügü degismiyor.

11 Şubat 2011 Cuma

Tarkan Kim Diye Soran Olursa...


Ahanda bu diyorum.

Buralarda cok seviliyor zat-ı ali... "Tarkan'la sevisme fırsatım olsa 3 gun uyku uyumam" diyen bir kızla konustuk mesela. Herkes Sıkıdım'ı, A-Acayipsin'i seviyor ama ben kendisini ilk bu sarkıyı dinledikten sonra sevdim. Dinlettim ama buradakilere pek cazip gelmedi.

10 Şubat 2011 Perşembe

Kilians - When Will I Ever Get Home

7 Şubat 2011 Pazartesi

G. Neville

Hommuagodduk Neville Gapdaaaaan. Yolun acik olsun.

Personal information
Full nameGary Alexander Neville
Date of birth18 February 1975 (age 35)
Place of birthBury, Greater Manchester, England
Height5 ft 11 in (1.80 m)[1][2]
Playing positionRight back
Youth career
1991–1992Manchester United
Senior career*
YearsTeamApps(Gls)
1992–2011Manchester United400(5)
National team
1995–2007England85(0)
* Senior club appearances and goals counted for the domestic league only and correct as of 22:50, 1 January 2011 (UTC).

† Appearances (Goals).

‡ National team caps and goals correct as of 16:57, 22 August 2009 (UTC)
Tablo Wiki'den anlasilacagi uzere.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Beirut - Cheap Magic Inside

BEIRUT _ CHEAP MAGIC INSIDE from Vincent Moon / Petites Planetes on Vimeo.

Mikemmel.

Goster Amcalara Pipini Yavrum

Su yaziyi okumamistim, malum sebeplerden oturu uzun zamandir SABAH okumadigimdan mutevellit. Zaten su an icinde barindirdigi cogu yazar da bana, ya da soyle diyeyim, benim goruslerime hitap etmemekte; hem de bunu en cirkef uslupla dile getirecek sekilde. Karsi tarafa yalan-yanlis bilgiler ustunden sirf bok at izi kalsin kafasiyla gittikleri icin...

Bunlardan biri de Hincal Uluc'tur. Su yukaridaki yazi serefsizligin son noktasidir. Defne Joy'u da savunacak degilim. Belki de aynen Hincal'in o zehir kafasinin icinde kurulmus bir senaryonun benzerinin ardindan olmustur vefati, beni ilgilendirmez. Kafama takilan sadece Hincal'in ne zamandir ahlak bekcisi kesildigi, ne zamandir bu tur olaylarin muhakemesinin onun derdi oldugu...

"Sor bakalım kerataya, evli barklı ve çocuklu kadını niye götürmüş evine" dedim.

Su cumle bile bu herifin nasil bir serefsiz oldugunu gostermeye yetiyor. Zira 'evli barkli, cocuklu kadin niye boyle yapmis?' kafasindan yola cikip daha olumu taze olan bir kadini itin gotune sokmak icin binbir manevra yapmis bir adam, gazeteci arkadasinin oglu (ve hatta yanlis anlamadiysam bir sekilde de akrabasi) konunun icinde gecince 'kerata' oluyor 'goster bakalim pipini amcalara' oluyor.

Yazinin sonundaki,

Defne'nin ölümü tipik bir "Su testisi, su yolunda kırıldı" olayıdır!..

hayvanligina hic girmiyorum bile.

Ha Defne'nin olumu beni bir cok insan kadar derinden etkilemedi... Huzur icinde yatsin'dan baska diyecek de bir seyim yok; keza Hincal'a da daha fazla diyecek bir sey bulamiyorum.

Bir arkadasim su yazinin uzerine bir yorum yapmis, daha dogrusu Sezen Aksu'nun su meshur Hincal'a yazilmis mektubunu hatirlatmisti, onu alintilamaktan buyuk keyif duyarim,

'Sen zalim bir adamsin Hincal.'

P.S.: Ha illa boyle varsayimlar uzerinden yola cikacaksak, onun bunun dediklerini motto belleyip saga sola sika sika gideceksek soyle de bir sey var Hincal Uluc, buyur...

4 Şubat 2011 Cuma

Alper Yılmaz Who?


Fotoğraf North Carolina State'in tarihin en büyük sürprizlerinden kabul edilen 1983 NCAA şampiyonluğundan. Başardıklarının önemi ve hatta son top da düşünüldüğünde şaşırmamak gerek herhalde. O dönemler ne kadar son basketin Hakan Şükür'ün olimpiyattaki golü kadar bilinçli olduğu iddia edilse de daha sonra olayın kahramanı Lorenzo Charles Oyak Renault'dayken aldığı biraların etkisiyle de Faruk Akagün'e bunun tesadüf olduğunu itiraf etmiştir.



Foto:
Andy Gray

1 Şubat 2011 Salı

Sex, Droga, Bodiroga



Tayfur Havutçu'nun jübilesinden sonra soyunma odasında çekilmiş fotoğrafındaki boşluğa düşme hissi bile yeterince dramatiktir. Onunkini bu yüzden düşünemiyorum bile. Kalbimi çok kırdı, canımı çok yaktı ama hala izlerken ben de ağlıyorum onunla beraber.