29 Eylül 2010 Çarşamba

Adam Gibi Adam?

Ertuğrul Sağlam için "Adam Gibi Adam" lafı sadece Bursaspor taraftarlarının değil, hatta bunu bir keresinde kendisi hakkında da kullanmasının yanı sıra, medyanın da oldukça kullandığı bir söz. Medyadan tutarlı ve mantıklı hiç bir beklentim olmasa da bu durumu oldukça yadırgamışımdır hep, tuhaf geliyor her duyduğumda, anlamlandıramıyorum bir türlü.

Aslında Beşiktaş'ın başına geçtiği zaman iyimser bakıyordum ona her ne kadar kafamda soru işaretleriyle dolu olsa da zira en sevdiğim futbolculardan olmuştu her daim, milli takımla Norveç'e attığı goller ve Paris St.Germain'e attığı gol hafızamdan hiçbir zaman silinmeyecek anlar. Hepsinden öte adam akıllı yaşadığım ilk şampiyonluğun yolunu açan golleri atan adamın yeri mutlaka ayrıdır. Toshack'a onu defansta oynattığı için içten içe hep kızmış, Samsun'a zorla yollanış şeklini hiç hazmedememişimdir.

Bursaspor'u geçtiğimiz yıl pek seyretmediğim için oradaki antenörlük performansını iyi bir şekilde değerlendirmeme imkan yok ama ulaştığı sonuç çok özel bir takdiri hak ediyor elbette. Yine de hala şaşırmadan edemiyorum zira Beşiktaş'taki performansı tam bir fiyaskoydu bana göre. Kesinlikle enkaz olarak devralmadığı takımın üstüne birşeyler koyarak ilerlemesi gerekirken yaptığı her olumlu şeyi bozan, teknik taktikten öte mental olarak oraların hiç adamı olmadığını ortaya koyan bir görüntü çizmişti. Çoğunluğunu Birleşmiş Milletler'in yönetimine koysanız aynı gün içinde 3.Dünya Savaşı'nı başlatabilecek yetersizlikteki Beşiktaşlı spor yazarı geçinen adamların her dediğini ciddiye aldı, onlar o olmaz bu olur der demez ertesi maç tonla safsatayı uygulamaya koymak konusunda pek tereddüt etmedi. Fiziki açıdan güçlü, en önemli özelliği taktik disiplini ve devamlılığı olan ve ağırlığını oyun zekası ile kapatmaya çalışan orta sahada ideal, kenarda ise yavaşlığı ile çok sıkıntı çıkarabilecek Serdar Kurtuluş'u Tigana'ya sırf daha fazla bok atabilmek uğruna "sağ bek alındı bu adam sağ bekte oynaması lazım" diyen bir alay vasıfsız adamı dinleyerek harcaması hala cinleri tepeme çıkarmaya yetiyor. Şu anda bile Quaresma dışındaki herkese dudak bükmekte pek tereddüt etmeyen tribünlerin en sevdiği adamlardan biri haline gelen, Cisse'ye 16 no verildiğinde tepki gelmesi üzerine no değiştirilirken bu rezilliği kapatmak için 16 nonun Serdar'a verilmesi ile ona tepki gösterilemeyeceği fikrinin ortaya attıracak kadar sevilen bir adamı dibe vurdurdu adeta. Her ne kadar ceza sahası dışında İbrahim Toraman'ın müdahale etmeye çalışırken kıçına çarpan topun doksana gitmesi gibi ekstrem koşullarla dolu bir gün olsa da Anfield'daki o günde inşa etmek bir yana iyice bozduğu o takımın etkisi birinci sebep elbette. O günün kötü adamlarının arasında yıllardır aynı hataları yapmaktaki istikrarını koruyan Delinho-şimdi hatırlayamadığım yazarlardan biri Yahudi topçuya üç tane gol attırdı demişliği vardır, Benayoun yaban çiçeğim kastedilerek- ve sağ bekte başarısız Serdar Kurtuluş vardı. Gerçi Kayserispor'un başındayken Alkmaar'da da benzeri bir skordan ucuz kurtulmuşluğu vardır ki çok daha kendi içinde derli toplu bir takımla, keza deplasmandaki Marsilya maçında da adeta yarı sahayı geçmeyin emri verilmişçesene karaktersizçe oynayan, ilk şutunu sekseninci dakika civarında atan bir takımla da birkaç hafta önce rahatlıkla gelebilirdi bu sonuç-o şutu da kaleye uzaktan şut atmama konusunda inat eden Ricardinho'nun atması ayrı bir tuhaflıktır-. Mesele fark yemekten bağımsız sahada takımın gösterdiği karakterdi ve en büyük başarısızlığı da buradadır saha içinde.

Asıl sorunlarsa saha dışındadır. Sivok ve her sezon başında yollanmaya çalışılan Zapotocny'e 4'er milyon Euro'dan fazla para dökülmesinde, Legrottaglie yerine ne ara gelip ne ara gittiğini anlayanın pek olmadığı Diatta'nın alınmasında sorumluluğu yok değildir. Sinan Engin gibi bir tahıl zararlısının onun takımın başına geçmesiyle geri dönüp, Mustafa Denizli geldiğinde ona diş geçiremeyeceğini anlayıp ne hikmetse pırrr diye kaçması da sürpriz değildir. Yerli bir antrenörün büyük takımlarda fazla bir yaptırımı olmadığı ve durumun buradan göründüğü kadar kolay olmadığı muhakkak ama değil kendine sağladığı faydalar, takımı baltalamadaki onca icraati apaçık olan, futbolun duayeni Faik Çetiner'in yeni kankasının geldiği gün ya da onun verdiği zararları bizzat yaşarken istifa etseydi eminim ki şu an gönlümdeki yeri çok farklı olurdu. Her ne kadar saçmalık olmakla beraber o sözün tutulmaması en çok başkalarının işine geliyor ve asıl sorumluluk da onda bulunmuyor olsa da Sivas maçına PAF takımla çıkılmasını istememesi de güya Beşiktaş değerlerinin farkında biri için çok da iyi bir anektod değil. Bunların hepsinden de öte unutamadığım bir olay var ki karakterli birisinin bunu yapabilmesi pek de akıl karı olmasa gerek. Arif Erdem'in eğitimli elemanlarında Ekrem Ekşioğlu'nun yaptığı pisliği, ertesi hafta düdüğü bırakmakta zorunda kalacak Hakan Sivriservi maşasının es geçmemesi ile mağdur durumda olan oyuncusunu maçtan sonra resmen satmasıdır. Sinan Engin'in başı çektiği kötü sonuçlara bahane üretme işinde iyi olduğu aşikardı ama pek çok maçtan sonra laf ettiği hakemlere bu sefer haklı olduğu halde dokunmamış ama önündeki fırsatı kullanmış, gene sorumluluğu başkalarına atmıştı. Tüm bunları düşününce insan yönetim becerisine sahip görünmeyen ve mental açıdan değil Beşiktaş'ı hedefi olan hiçbir takımı kaldıramayacağını düşündüğüm birinin ciddi bir baskıyla bir şekilde baş edip takımını şampiyonluğa taşımasına çok şaşırmıştım. Bu işin başka bir yönü olmakla birlikte, Şampiyonlar Ligi'nde gelecek ilk kötü sonuçta tökezleyip tüm takımı değiştirebileceğini, gözler üstünde olduğunda ve işler kötü gittiğinde eleştirilerin altında ezileceğini hala düşünüyorum.

Hala da kötü sonuçlarda bahanelere sığınmaktan kaçınmayan, yenik durumdayken addedildiği gibi centilmenlikten uzak hakemlere karşı agresif ve baskı yapan birinin yukarıdakilerle birlikte örnek figür olarak ortaya konması ziyadesiyle tuhaf. Önceki sezon Dolmabahçe'de 0-0 biten maçta rakibi maçın çoğunu on kişi oynarken, galibiyeti düşünmemesinden öte yattığı zaman ayağa kalkmayı geçtim, birkaç kez kendisine en yakındaki rakip oyuncu beş metre mesafedeyken yere yatan oyuncularına laf etmeyen, devre arası soyunma odasına "Ertuğrul, takımını ayağa kaldır" tezahüratları eşliğinde giden biri için "Adam Gibi Adam" denmesini doğal karşılamak en azından benim açımdan pek mümkün değil. Bir de Allah aşkına İstanbul'a şampiyon teknik adam olarak gelip, kazandığın önemli bir maçtan sonra bula bula senin başını yiyen Sinan Engin'in programını mı buldun çıkacak...

Aslında bu postu iki hafta önce, Valencia maçı öncesinde yazacaktım ama bilgisayarım bana daha fazla dayanamayınca bugüne kaldı. Aklıma bunu getiren de Ertuğrul Sağlam'ın basın toplantısıydı. Ertem Şener'in daha önce UEFA'nın gelecek vaad eden yirmi teknik adamından biri olarak gösteriliyordunuzla başlayan sorusuna "benim kıymetimi Avrupa anladı ama buradakiler anlayamadı" mealinden verdiği cevabıydı. Hani tevazu göstermemek ayrı da o kıymetinin bilinmediği yerde ne yaptın da şu cevabı veriyorsun demezler mi adama. Farklı etmenler de vardı muhakkak ama ertesi gün alınan sonuç benim açımdan sürpriz olmadı onun geçmişine bakınca zira takımı mental açıdan hiç hazır değildi.

Son iki yaz boyunca Bursa'da bayağı bir vakit geçirdim ve Bursaspor hakkında konuştuğum hemen hemen herkesin ona karşı müthiş bir güveni var. Geçen sezondan sonra bu durumu gayet doğal karşılıyorum ama ona duyulan güvenin geçen sezonun başından farklı olmaması ise oldukça şaşırtıcı. O süreci taraftar olarak içeriden takip eden ve FBTV'den beter apaçilik yapan Olay TV'den farklı bir atmosferde aktarabilecek, Inglewood Gençlik'ten kardeşim İsmail'in kaleminden de okumak isterim. Kendi düzenleri doğrultusunda akıllı bir transfer dönemi geçirmeleri de onları benim açımdan biraz daha ilgi çekici kılıyor. Sağlam, beni şaşırtmaya devam mı edecek, bunu merakla bekliyorum açıkçası.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Blind Guardian-At The Edge Of Time (2010)

Nightfall in the Middle-Earth, Blind Guardian için tarihi bir noktaydı. BG'nin en büyük başarısı her takip eden albümde gerçekten bir adım sonrasını atmayı başarmaları ve power metal'den progressive power'a kusursuz bir evrim geçirmiş olmalarıydı. Nightfall daha çıkmadan onların asıl sıçramayı yapacağı albüm olarak gözüküyordu. Albüm tüm beklentilerden bile daha iyi olmuştu. Tarihe heavy metal'in en iyilerinden birisi olarak geçti ve onlara kariyerlerinin sonuna kadar yetecek bir kredi kazandırdı.

Ardından gelen A Night At The Opera'da progressive tema çok daha baskındı, müzikal olarak daha büyük düşünen bir BG vardı. Rush için Farewell To Kings albümü liriksel açıdan ne ise, BG içinde bu albüm oydu. Rush o albümde sadece epik atmosferi değil, mistik şarkı sözlerini de bir kenara bırakmıştı. BG de Opera ile Orta Dünya, Hobbitler, Krallar ve Elfleri bir kenara bırakmıştı. Ama Opera ile takip eden A Twist In The Myth'in iyi şarkıları olan iyi albümlerden öteye gidememesinin sebebi tam olarak bu değildi. At The Edge Of Time ile görüyoruz ki Hansi ve takım arkadaşlarının potansiyelleri en iyi Nightfall kafasında çalıştıklarında ortaya çıkıyor.
BG, Opera kayıtlarında ilk başlarda ortaya çıkan Orta Dünya temalı şarkıları bir kenara kaldırmıştı ve hatta kayıt sürecine yeni fikirlerle gelmek için ara vermişlerdi. BG gibi ortalamanın çok üstünde bir yeteneğe sahip olduğuna inandığım gruplar böyle radikal kararlar aldıklarında, mutlu oluyorum. Onların sınırları tahmin edilemez potansiyelleri ile yeni limanlara yanaşmalarını görmek ve bunun sonuçlarını deneyimleme fırsatı beni heyecanlandırıyor. BG'nin çok da radikal olmayan ama tehlikeli sayılabilecek bu çabasını da takdir etmiştim ama fazla ilgi görmeyen 2 albüm sonrası BG tanıdık sulara geri döndü.

At The Edge Of Time, Nightfall sonrası BG'nin en iyi işi... Ve harika bir albüm. Imaginations From The Other Side, Somewhere Far Beyond ya da Nightfall gibi zaman geçtikçe farklı şarkılarına kafayı takacağınız türden eksiksiz bir albüm. İlk dinlediğimde loop'a Valkyries'ı atmıştım ama şimdi Tanelorn'u dinleyemeden günü tamamlayamıyorum mesela. Edge of Time, Nightfall ile Opera arasında olması gereken albüm gibi... Müzikal olarak Opera ve Twist'den çok da farklı değil aslına bakarsanız ama çok ince nüansların ustalıkla halledilmesi ile Nightfall'la arasındaki dirsek temasını asla kaybetmiyor. Yukarıda adını zikrettiğim 2 şarkıdan belki anlamışsınızdır. BG Orta Dünya'ya ve efsanelere geri dönmüş durumda. Bahsetmeye çalıştığım potansiyel meselesi bu temalar ile ortaya çıkıyor sanırım. BG kesinlikle pek fazla rastlayamayacağımız bir müzikal vizyona sahip. Bu vizyonu destekleyecek yeteneklere de sahipler. Ama tüm bu vizyon ve yetenek liriksel olarak Orta Dünya'nın çayırları içinde hayal edilmediğinde, kusursuz çember tamamlanmıyor demek ki... Burada BG ile yeni tanışanları da uyarmak isterim. Onların Orta Dünya'sı ve efsaneleri Manowar ya da Hammerfall gibi karikatürize bir masal değil. Başka gruplar gibi sizi öyle yaşadıklarına inandırmaya çalışmıyorlar. Ortada daha saygılı ve ayakları yere basan bir iş var. Eğer BG'ye bir şans verecekseniz, At The Edge of Time bu duruşun en iyi sonuçlarından birisi...
Dediğim gibi bu albüm Nightfall ile Opera arası dönemde çıkması gerekiyormuş gibi duruyor. Kronolojiyi daha anlamlı mı yapardı? Hayır. Opera ve Twist'i daha güzel mi yapardı? Hayır. Sadece albümün DNA'sında bu var. Özetle; harika bir albüm. Uzun zamandır Firewind'in albümü dışında orjinal bir iş çıkaramayan progressive müzik için de güzel bir zamanda denk geldi. Eğer BG'yi seviyorsanız, zaten haberiniz olmuştur. Ama BG ile henüz tanışmadıysanız ve metal müziğe de bir önyargınız yoksa, afiyet olsun.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Happy Birthday

Bir adam ancak onun kadar sempatik olabilir herhalde, onu göndertmeyen Galatasaray taraftarı da son yıllarda Türkiye'de taraftarların yaptığı en faydalı eyleme imza atmış olsa gerek, kendi adıma da teşekkür ediyorum hem onlara, hem de bu ülke için fazla güzel bu adama...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Voltran


Reyting rekorları kıracak bir dizi senaryosu yazmanın yolunu açıklıyorum!

1- Bilmem kimin unutulmaz eserini alıp içine sıçma izni. (Telif hakkını alacaksın bi zahmet)

2- Ezilmiş, hor görülmüş bir kadın karakter...

3- Tecavüz ya da ahlaksız teklif sahnesi. (Götün yiyorsa ikisi birden hatta.)

4- Halil Ergün ve kalp krizleri pahası ne olursa olsun diziye dahil edilmeli

5- Aykırı, asi ruhlu, yakışıklı bir genç oğlan

6- Oğlan'ın kanişimsi sesi yerine kullanılacak oturaklı 'adam' sesi

7- Olayın ezikliğini vurgulayacak bir motto

8- Başlarda "Püüü allah belanı versin" dedirtecek, sonra imana gelecek dominant bir anne karakteri.

9- İşsiz güçsüz olduğu kadar duygusallığı tavan yapmış Türk izleyicisi.

Götümle Bile...

"Beyler, bu nasıl klip çekimi ya?!!"

17 Eylül 2010 Cuma

Milli

"Cinsellik önemli değil... Benim için zaten ikinci planda, zorlamıyorum. Fakat olsa iyi olur tabi..."

14 Eylül 2010 Salı

Avrupa'yı Özledik


Bursa'da en son bir Avrupa kupası maçı oynandığında ben yaklaşık 5-6 yaşlarında bir çocuktum. Bursaspor efsane kadrosuyla birlikte müthiş bir hava yakalamış, Intertoto kupası'nda mücadele ediyordu. Bugün nasıl şimdiki takım birçok insanı Bursaspor taraftarı yaptıysa o zamanlar da Mususi'li, Ercüment'li, Balic'li kadro birçok insanı Bursaspor taraftarı yapmıştı. Kalemizde yine bir bulgar, Bursa tarihinin en iyi kalecilerinden Gancev.

Bursa'da oynanan son maçsa hala dün gibi aklımda. O gün Karslruhe ile Bursa'da finale çıkmıştık ve kazanan Uefa'ya gidecekti. Tabii ben o yaşta bunu bilmiyordum, sadece "yeneriz di mi baba?" demeyi biliyordum. Mususi, Ercüment, Balic varken kimse bizi yenemez biliyordum. O takım beni buna inandırmıştı. Uzatmalara ve ardından da penaltılara giden müthiş maç sonunda son penaltıya kadar gelmişti iş. Son penaltıda İmparator Biyediç Selim'e git sen kullan demişti, hiç unutmuyorum. Selim de kıvır kıvır uzun saçlarıyla şimdiki Ömer Erdoğan gibiydi o zamanlar. O varken gönlümüz rahattı savunmada. Fakat Selim o gün yorgunluktan dolayı kullanamayacağını işaret etti ve penaltıyı sol bek Şaban kullandı. Şaban'ın vuruşu kalecide kalınca, penaltıların ustası Almanlar'a boyun eğmiştik. Almanlar sahada sevinç turları atarken, bütün Bursa donmuş kalmıştı. Ben de o gün stadı ağlayarak terk etmiştim. O günden sonra hep; "bekle bizi Avrupa, bir gün geri döneceğiz yeniden" diye bağırdık, ümit ettik. Zamanla bu slogan inanmçsızca ağzımızdan çıkan bir slogan halini almaya başlamıştı ama o gün bugünmüş. O gün gerçekten gelecekmiş.

Yıllar önce ağlayarak terk ettiğim maraton tribününe bu kez bir şampiyonlar ligi maçı için, Türkiye şampiyonu olarak dönüyorum. Günlerdir bu maçın heyecanında yemeden içmeden kesildim. Abarttığımızı düşünen insanlar çoğunlukta, hak veriyorum abartıyoruz. Ama neden abartmayalım? Gün bizim günümüz ve belki bugünler bir daha gelmeyecek.

Bugün yıllar önce göz yaşlarıyla terk ettiğim stadı gülerek, sevinç çığlıkları ve tezahüratları terk edeceğimize sonuna kadar inanıyorum. Fakat yine üzülsek bile bu gurur, heyecan bile bana yeter. Bursa'da bugünleri görmek bile bize bir ömür yeter. Ama ben inanıyorum. Bugün Mususi'nin ruhu Bursa Atatürk Stadı'nda canlanacak. Yıllar önce Intertoto'da fileleri havalandıran Ajax tipi formalar bugün Valencia'ya golünü atıp taç çizgisine timsah yürüyüşü'ne koşacak.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Banjo Mehmet

"Hiçbir alakası yoktu, ne kültürel olarak bir anlamı vardı ne de daha önce bir kez olsun eline almışlığı... Banjo'yu duvarın önünden aldı, bir sigara yakıp küllüğe sıkıca tutuşturdu. Boğazını temizledi önce, belli ki söyleyecekti de aynı zamanda... "Akdeniiiiiiz akşamlarıııııı, bir başk..!" Çıktım odadan... Olmamıştı işte, olmasını da beklemiyordum zaten. Çıktığımda neler hissettiğini bilmiyordum, ben rahatlamıştım biraz ama onu bilemedim işte. Neyden sonra onun da sesi kesildi zaten. Bir kaç nefes sigara almış olacak, akabinde notalar değişti, sözler değişti... "So close no matter how far, couldn't be much more from the heart, yeah..." Ergenliğini olduğu gibi bıraktık, olgunlaştığından beridir hiç dokunmadık..."

12 Eylül 2010 Pazar

Se Se Semih Erden

"Yeeeeeeeeeeeeeeeeees. Yeeeeeeeeeeeeeeeees. Kazandıııııııııııııık. Kerem Tunçeri, kazandıııııııııııııııık. Kerem Tunçeri, kazandıııııııııııııııııııııııık."

4 Eylül 2010 Cumartesi

Arnold Jacob "Red" Auerbach (1917-2006)

Sanırım 2006'nın bir zamanından beri iyi kötü bazı yerlerde pek çok yazı yazma şansım oldu ama ne yazık ki kendi yazılarını arşivleme konusunda yüzüne bakılmayacak bir adam olduğum için, bugün çoğunu ancak sakladığım dergilerden yeniden okuyabiliyorum. Geçenlerde bilgisayarın derinlerinde fink atarken o günler Fanatik Basket'e yazdığım bir yazıya rastladım. Red Auerbach'ın ölümü üzerine yazdığım... Gönül isterdi ki NBA Türkiye'ye yazdıklarıma da bir yerde rastlayayım ama onlar için başka bir takla atmam gerekecek galiba. O vakte kadar ben de bu yazıyı arşiv niyetine buraya atayım...

SEGOMO ARENAYI TERK ETTİ

  • Segomo: Kelt Efsanelerinin Savaş Tanrısı

Eğer Boston Celtics’in idare edildiği binaya gitme şansı bulursanız ve kazandıkları onca şampiyonluk kupası ve senelerden yadigâr kalan başarıların karşılığı olan ödüllerin bulunduğu kısmı gezebilirseniz, 1950’lerden bu yana takımın kadrosunun yer aldığı alt alta dizilmiş fotoğraflarda bulabileceğiniz ender ortak noktalardan bir tanesine ister istemez dikkat edersiniz. Takımın birkaç talihsiz senesinde düştüğü hata haricinde her zaman oyuncuların, koçların, takım yöneticilerinin önünde, en ortada oturan bir adama özel bir ilginiz olmasa bile gözünüz ilişir. Maalesef o fotoğrafların sonuncusu bu sene çekildi. Red Auerbach 28 Ekim 2006 günü aramızdan ayrıldı.

Red Auerbach NBA’in kuruluş günlerinde başlayan kariyeri boyunca hem kendi çağında yerleşmiş olan bir çok kültürel önyargı ve bunların sporu etkileyen yansımalarını kırdı, hem de ardılında gelecek jenerasyonlar için bir gelenek ve oyuna dair bir vizyon tesis etti. Öncüsü olmayan birisini başlattığı şeyler için tebrik etmek her zaman doğru bir hamle değildir çünkü bu tip insanların sadece takipçisi vardır ve yeni giriştikleri her iş başarılı olduğunda zafer, başarısız olduğunda deneyimsizliğe bağlı deneme yanılmadır. Ama Red Auerbach’ı bu lige kazandırdığı şeyler için ne kadar yüceltsek bile hakkını tam anlamı ile teslim edemeyebiliriz. Bu oyuna stili o getirdi, taktik anlayışı o getirdi, etiğini o getirdi, idare anlayışını o getirdi. Bu ligin tek Rönesans adamı. En iyi sistemi koç olarak kuran, en iyi draftı yönetici olarak yapan, en iyi takas pazarlığında masadaki her şeyi alan adam. O NBA’in özgürlük bildirgesini yazan kurucu atası idi.

1950’de Chuck Cooper’ı alırken ilk siyah oyuncuyu lige sokmuştu. İlk kez siyah ilk 5’le sahaya çıkan da oydu. 1966’da Bill Russell’ı takımın oyuncu-koçu olarak göreve getirdiğinde ligin ilk siyah head coach’unu işe almış oldu. Daha ortada Magic Johnson ortada yokken, hızlı hücum ile gösterişli basketbolunu ortaya koyan takımı o çalıştırıyordu. Ama işler değişmeye başladığında Larry Bird’ün etrafına ligin en emekçi, sert ve sete set oyununu oynayan takımını da o kurdu. Tanrı aşkına; zafer sigarası ile ilgili her şeyi başlatan adamdan bahsediyoruz. Ve yıllar sonra her takım gibi Boston Celtics’te salonunda sigara içilmesini yasaklarken sadece tek bir adama istisna tanıyacaktı: Red Auerbach.

Red Auerbach ile son anı ölümünden 3 gün önce, 25 Ekim’de ABD donanmasındaki hizmetleri karşılığı onurlandırıldığı törene katılımı oldu. Törende yine, onun yıllar boyunca NBA’in ve NBA içi güruhun pek çok özelliğini şekillendiren kibirli, eğlenceli, tek adam statüsündeki kişiliğinin izleri son defa görüldü. Adına yapılan töreni konuşması ile şereflendirecek olan Auerbach, dinleyicilerin oldukça eğlendiği ama süresi beklenenden çok daha uzun olan, Boston Celtics’le ilgili anıları ile bezeli bir konuşma yapmaya başladı. Törenin planlanandan uzun sürebileceği anlaşılınca ilk önce bir denizci onu kibarca sahneden indirmek için teşebbüs etti ve o verilen mesajı görmezden geldi. Birkaç dakika sonra bir başka denizci yanına yaklaştı ve sessizce ona gitme vaktinin geldiğini fısıldadı. O ise mikrofona yaklaşarak tüm dinleyici kitlesini bir kez daha kahkahalara sürükleyen cevabını verdi: “Canın cehenneme”. Zaferin kesinleştiği maç dakikalarında sigarasını yaktığında ve yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirdiğinde, verdiği çok net bir mesaj vardı. Neden kazanmayı böylesine uç noktalarda saplantı haline getirdiği sorularına verdiği cevaplarda bir şeyi çok net belirtiyordu. Neden, kazanamadığında kendisini delirten siniri bu kadar dramatik bir şekilde yaşadığı, suçladığı hakemler ile hava alanlarında dahi kavgaya tutuştuğu merak edildiğinde tek bir ilkeyi net bir şekilde açıklıyordu. O gün 89 yaşında dahi bir askere o cevabı verirken ardına bakıp Amerikan kahramanları arasında yerini gördüğünde, yine bu ilkenin doğruluğuna inandığı için bu kadar soğukkanlı davranabilmişti: Kazanan her şeyi alır.

Auerbach’ın sağlık sorunları son yıllarda artış göstermişti. Doktorları Hoyo De Montorrey markalı purolarına ve maçlardan önce yediği ağır sandwichlere karşı uzun yıllardır müsamaha gösteriyorlardı. Ve ölümünün bunların fazla tüketimi ile ilgili olup olmadığını da şu anda söylemek güç. Çünkü sağlık sorunlarının ciddileşmesinden beri aile basına herhangi bir ayrıntılı bilgi vermiyor. Ölümün kalp krizi nedeni ile gerçekleştiği söylense de uzun zamandır akciğerlerinde birikmiş olan sıvının da güçlü bir etken olduğu savunuluyor. Ayrıca eninde sonunda sebep puro ya da sandwich ise ne fark eder ki? 89 yaşındaydı ve 16 şampiyonluk kazanmıştı. Bu, bir insanı daha gururlu yapmazsa ancak o takımın o insanın gidişinden beri başka şampiyonluk kazanamadığı gerçeği işe yarayabilir.

Red Auerbach iyi bir koç ya da bir motive ustası olmasının dışında bir yönetici olarak da 2 jenerasyon boyunca ligi domine eden takımlardan birisini yarattı ve NBA tarihinin en büyük 2 rekabetinin tarafı oldu. ( Boston Celtics vs. Philadelphia 76’ers ve Boston Celtics vs. Los Angeles Lakers)

Takımın başarı geleneğinde bu devamlılığı yaratan beceri Auerbach’ın koç olarak genç oyunculara dair öngörüsü ve yönetici olarak pazarlık yapmadaki kabiliyetinin karışımı idi. 70’lerin sonunda takımı ligin zirvesine taşıyan kadro büyük oranda oyunu bırakmıştı ve Celtics’in galibiyet yüzdeleri oldukça kritik bir noktadaydı. Takımın yeni bir nefese ihtiyacı vardı. Auerbach önce Larry Bird’ü draft etti. Larry Bird’ün yeteneklerinin NBA kriterlerinde sorgu konusu olmasının yanı sıra üniversiteyi bitirmesine daha 1 sene vardı ve takım bu süre boyunca onu beklemek zorundaydı. 1980’de de kadronun as ekibini tamamlayan takası yaptı. Golden State Warriors’a 1. sıra draft hakkını 3. sıra draft hakkı ve Robert Parish karşılığı verdi. 3. sıra draft hakkı ile de Kevin McHale’ı takıma kattı. Bird, Parish, McHale üçlüsü NBA tarihinin en iyi ön alan ekibi haline geldi ve Celtics, Lakers hanedanlığının karşısında durabilen tek takım oldu.

Auerbach’ın en önemli prensiplerinden bir tanesi olan amigo kız kullanmama geleneğini bu sene itibari ile bir kenara bırakmayı planlayan Celtics, 2 gün önce gelen ölüm haberi ile bu girişime dair her planı erteledi. Auerbach’ın NBA’e ve Boston Celtics’e bıraktığı belli bir etik ve anlayış mirasının dışında çoğu şey zaman ile beraber hızla değişiyor. Büyük ihtimalle Boston Celtics amigo kızları kullanma kararı alırken, Auerbach’da bu konuda yapabileceği bir şey olmadığını anlamıştı ama eğer henüz hayattayken yapabileceği son bir numara varsa, o da bu olmalı. “Henüz hayattayken” diyorum çünkü bir oyuncu bazen imkânsız gözüken şeyi başarıp maçı kendi takımına getirecek bir serbest atışı kaçırdığında ya da başka bir tanesi 13 sayı geride olan takımına toplamda 81 sayı atarak maç kazandırdığında andığımız “basketbol tanrılarına” katılmış olmasını umuyorum. Sanki hayattayken onlardan biri değilmiş gibi…

Red Auerbach anısına…

Bob Cousy: “ Bence Arnold (Red) sahada mutlak bir güçtü. Birçok rekabetçi insan gördüm ama onun kazanmaya kendini adayışı çok kesindi, her şeyden daha önemli idi. Amansızdı ve bu ülkenin, hatta kesinlikle NBA’in gördüğü en büyük basketbol hanedanlığını yarattı. Bu benim için kişisel bir kayıp. 1950’den beri Arnold’la birbirimizi tanıyoruz. Şu anda çarşamba akşamı ABD donanması tarafından onurlandırıldığı geceye zaman ayırıp katılabildiğim için çok mutluyum çünkü onunla beraber birkaç dakika daha harcama fırsatını kullanmış oldum.”

David Stern: “Karşılaştırılamaz başarılarının ötesinde, Red basketbolun ruhu ve bilinci haline geldi. Ölümü ile oluşan boşluk asla doldurulamaz.”

Senatör Ted Kennedy: “Red gerçek bir şampiyondu. Mirası basketbolu ve NBA’i aşmıştı. Koç disiplininde ve liderlikte en değerli standardı koydu ve teşkil ettiği örnek bugün hala devam etmektedir. Kennedy ailesi olarak Red’i tanır ve severdik. Senato için yürüttüğüm ilk kampanyaya katılmıştı ve Başkan Kennedy’de maçları takip etmeye çalışırdı. Hepimiz en büyük günlerinde salona gidip onun yarattığı büyüyü görebildiğimiz için çok şanslıyız ama efsanevi bir koç ve Boston değeri olmasının ötesinde Red kendine sınır koymayan cömertliğe sahip bir kalbe sahipti. Boston Celtics için üflenen her düdükte Red’in ruhu anılacak ve anısı kutlanacak. Sevildi ve asla unutulmayacak.”

Tom Heinsohn: “İnsanları dinlemede ve en iyilerini ortaya koyma konusunda motive etmede istisnai idi. Oynadığım günlerde bana bir paket puro vermişti ve ben de 6 ay sonra ona aynısından bir tane vermiştim. Böyle bir ilişkimiz vardı. O günlerde çok eğleniyorduk ve basketbol onun gibi birisini bir daha asla görmeyecek.”

Larry Bird: “Eşsiz bir stili vardı. Aramaya çıkardı ve sisteme en iyi uyacağını düşündüğü oyuncuları alıp, takıma getirirdi. Başka takımlar ile nasıl pazarlık yaptığı ve aldığı oyuncuların Boston Celtics’te eski takımlarında oynadıklarından daha iyi oynamalarını sağlaması her zaman beni şaşırttı. Kimsenin daha önce görmediği bir yeteneğe sahipti ve bunu her sene yapmayı başardı.”

Rekabetçi kişiliği ile ilgili: “ Tenis oynarken hile yaptığında, her zaman beni kandırırdı. Sürekli oynardık, raketball ve tenis. Mola alırdı ve döndüğünde “40–30 öndeyim” derdi. İtiraz ederdiniz ama oynamaya da devam ederdiniz. Seti aldığında da oyunu bırakır ve başka bir şeyle ilgilenmeye başlardı.”

Oyun felsefesi ile ilgili: “Her zaman taktik ne kadar basit tutulursa, oyuncuların hatırlaması o kadar basit olur diye düşünürdü. Özelikle gergin anlarda her oyuncu ne yapacağını bilirdi. Asla maç sonu ya da devre sonu için özel bir plan çizmezdi.”

Zafer sigaraları: “Asla erkenden bir tane yaktığı olmamıştır. Her zaman tam vaktindeydi..”

Bill Sharman: “Red, NBA tarihinin en büyük koçlarından birisi idi. Oyunu geliştirmek için birçok şey yaptı. Fast break fikrini üretip yarattığı heyecan ile NBA’in bugünkü popülaritesinde büyük pay sahibi olduğuna inanıyorum. 10 yıl boyunca onun için oynamak ve 4 şampiyonluk kazanmak benim için bir ayrıcalık. İyi bir koç olmasının ötesinde iyi bir arkadaştı ve gerçekten onu özleyeceğim.”

Bill Russell’ın Red Auerbach’ın emeklilik töreninde yaptığı konuşmadan: “Bu utanç verici ama şu anda bunu söyleyecek kadar ileri gideceğim: Seni seviyorum. Sevdiğim çok fazla adam yok ama seni seviyorum. Bence bir deha değilsin, sadece sıra dışı bir zekân var. Birimiz ölene kadar arkadaş olacağız. Ve Red, çok fazla arkadaş istemiyorum.”

Şansal Kulabaş