30 Eylül 2009 Çarşamba

Guitar Hero World Tour

Az önce bateride Travis Barker, bas gitarda Sting, gitarda ben, vokalde Ozzy ile göstermiş olduğumuz La Bamba performansı takdire şayan, görülmeye değer bir performanstı. Kaçırdığınız için üzgünüm, bir daha olmayacak böyle bir şey. Oyunu rafa kaldırıyorum zira roof-top performansın ardından salıverdik kendimizi... (Roof Dive)

La Bamba ne ulan Allahsız Aspyr..?

29 Eylül 2009 Salı

Pivot Basketbol Dergisi 126. Sayı

NBA'de yeni sezon başlamadan önce en çok sevdiğim dönem bu, medya günleri. Oyuncular medyanın sorularını cevaplar, takım bir araya gelir, objektif karşısına geçip poz verirler. Yıllar önce ilk bilgisayarımı aldığımda, evde internet olmadığından internet cafede nba.com'a girip indirdiğim küçük ama benim için önemi büyük olan fotoğrafları 1.4 mb'lık disketlerle eve getirir arşiv yapardım. O zaman NBA klasörüm vardı, hala da var. Hatta o zaman indirdiğim fotoğraflar hala durur bir köşede, silmeye kıyamam. 40 GB'lık harddiskte bazen yer kalmayınca anlık sinirlenip sildiğim çok şey vardır ama onlara dokunmadım hiç. Neyse teknoloji ilerledi falan filan. Bu fotoğraf tutkusu Pivot'ta çalışmaya başladığımda daha da arttı. Getty Images ile anlaşmamız vardı ve NBA kategorisinden istediğim fotoğrafları indirebiliyordum. Gece maç oynanırdı, ben sabah gitiğimde ilk iş Getty'den fotoğraflara bakar, beğendiklerimi indirir ve arşivlerdim. Fotoğraflar önemliydi dergi zamanında benim için. Kapaktaki resim seçimi olsun, konulardaki kapak tasarımları olsun, ben girdikten sonra daha bir özenle yapılır olmuştu zaten ısrarlarımla (Ferda Ağabeyim, saygılar). Gökmen Ağabeyim ile oturur fotoğraf seçerdik devamlı. Rewind bölümünde fotoğraf üzerinden bile konu yaratıyordum yeri gelince. En içime sinen sayılardan biri, kapağında Iverson'ın olduğu, içeriğinin yarısından fazlasını NBA 2006-07 Preview'e ayırdığımız sayıdır. Her takıma ait en az bir sayfa ayırmıştık, grupların elit takımlarına 2 sayfa vermiştik. Yukarıdaki Iverson gibi fotoğraflar vardı içerisinde, yine sezon öncesi medya gününde çektirilen. İş bu aralar çok yoğun ama işten kafamı kaldırdığımda Yahoo'ya girip fotoğraflara bakıyorum. Media Day için ayrı bir klasör ayırdım mesela, her takımın sayfasına girip çıktıkça fotoğrafları kaydediyorum. Iverson fotoğrafı medya gününde çekilmedi aslında. Memphis'e imza attığı gün düştü internete, geçen ay. Eğer dergi kapanmasaydı, Ekim ayında, 126. sayımızda yine sezon incelemesi tadında 2009-10 Preview çıkarırdık belki ama bir önceki ay kesin bir Iverson yazısı yazardım, kapağa da şundan koydururdum. Mantığımız da basitti aslında; kapağa Iverson, Kobe koy satsın...

İş yoğunluğundan çok fazla yazamıyorum bu aralar, önümüzdeki haftaya kadar da boş kalmadıkça birşeyler karalayabileceğimi sanmıyorum. Hafta sonu da dahil çalışıyorum bugün aldığım habere göre. Mesela Berk geliyor hafta sonu İzmir'den, hatta ben ayarttım adamı gel diye ama onu bile görmem zor şu durumda. Ha bu arada, fotoğraf mı? Tabi ki Getty'den...

Çocukluğunuza İnelim #1

Sene, deprem öncesi... Hâlâ çocukluğumu doya doya yaşadığım o mahallede oturuyoruz, her günümüz bir mahalle ile maç yapmakla, olmadı kendi aramızda maç yapıp kondüsyon kasmakla geçiyor.

Toplar patlıyor, toplar balkona kaçıyor evin sahibi geri yollamıyor gibi abzürt durumlar yaşanırdı bol bol. Tam da o dönemler, halam İtalya'dan bir Ronaldo forması, iki tane de meşin top getiriyor. Nasıl hoşuma gitmişti hediyeler anlatamam. Hemen güzel bir yere koydum hepsini özene bezene...

Formayı paso giyiyordum ama toplardan kimseye bahsetmedim. Çünkü bahsetsem olacakları biliyorum... Ya patlatacaklar ibneler ya da bir daha alamayacağım bir yere atacaklar ondan sonra içime oturacak, tadına doyamadan topları kaybetmek. (Son cümle biraz garip oldu sanki, ha?) Çıkarmadım ben de, bir sene kadar evde durdu o toplar. Arada ben sektirdim falan, sonra tekrar yerine koydum.

Annemin, benim hakkımdaki durumlarla kendisiyle tamamen alakasız olsa da maydanoz olma yetisi olduğundan, bir gün balkondan bizi izlediği anlardan birinde, topun balkonun birine kaçtığını görmesi ve beyninde elektriklerinin çaktığını düşündüğüm; 'Aaa bizim oğlanın topları vardı' mesajının etkisiyle topların ikisini de sakladığım yerden çıkarıp 'Alın oynayın' diye aşağı atmasıyla benim de topları anında kapıp yukarı fırlamam bir olmuştu.

Mahallede cimri damgası yemiştim belki ama sokarım arkadaş, İtalya'dan kalite top gelmiş... Oynatır mıyım? Toplar da bok yoluna gitti durdukları yerde mayışarak ama halı sahalarda kullandım, yazlık bahçesinde kullandım bana yeter.

İbnelere bak, buldular tabi beleş meşini... Bak yine sinir oldum. Bütün sene cimri demişlerdi lan!

28 Eylül 2009 Pazartesi

The Importance Of Being Idle

Bir dönemler aylak aylak gezinenlerin marşı olmuştu herhalde bu şarkı, bana öyle geliyordu en azından. 2005 yılı, üniversite muhabbetleri. Bütün yıl başıboş gezip vize ve finallere bir hafta kala ders çalışmak... O başıboş günlerin eğlenceli yadigârı, Noel'ın sesiyle birlikte enfes bir hâl alıyordu.

Geçenlerde NUMARAİKİ'de Fowler, Noel ve solo albümüyle ilgili yazdığı yazıda bahsetmişti ufakcık da olsa The Importance Of Being Idle'dan. Şarkı güzel, bilen biliyor da klibini hatırlayan var mı? İlk gördüğüm an hasta olmuştum, uzun zaman sonra bile izlediğimde aynı etkiyi yaratıyor. Tam tasvir edemiyorum. Özlemişim, özlediğimden biraz da kendi bakış açım karışıyor araya. En iyisi videoyu koyup aradan çekilmek.

Klibin yönetmeni Dawn Shadforth;

27 Eylül 2009 Pazar

Premier League Maçını Beleşe İzlemek

Stoke City taraftarları Manchester United karşısında takımını izlemek için ağaca çıkmış, bizim beleştepe misali.

Fotoğraf: Carl Recine/Action Images

26 Eylül 2009 Cumartesi

Tatangalar: Sevdanın Ligi Mi Olur?

Taraftar gruplarını genelde içlerinde barındırdıkları çapulcular, üç kuruşluk adamlar yüzünden sevmem. Kendi şehrimin takımının taraftar grubuna da bu yüzdendir uzak oluşum. Tatangalar, sıkı sıkıya bağlıdır takımlarına ama amacı taraftarlık olmayan, sokakta önünü kesip, laf atıp arıza çıkartıp da akabinde; 'Ben Tatanga'yım abisi' diyebilen, en ufak kişisel kavgasında hemen Tatanga arkadaşlarını çağırabilen tipler benim için taraftar değildir. Bunları içlerinde barındıran gruplar da grup değildir aynı zamanda bana göre.

Şahsi sorunlarını Tatangalara mal etmeyeceksin ya da hangi taraftar grubuna mensupsan... Bu türler bu tür grupların içinde barınabildiklerinden ötürü Tatangaları da pek siklemem. Amma velakin;

Bu bizim şehrin taraftar grubu kendileri hakkında film çekileceğini duyurmuş. Yazılan ve açıklanan metin bana biraz amatör gelse de, belgesel yapılıyor değil de yaptırılıyormuş gibi dursa da edinip de saklamak gerek. Hatta Türk futbolunun diğer taraftar gruplarının da hakkında böyle bir belgesel olsa çok da güzel olma mı? Ben mesela isterim, Çarşı grubunu başından bugüne kadar derinlemesine anlatacak bir belgesel. GFB, UltrAslan falan tırt gelirler bana mesela ama tanışmışlığım, efendime söyleyeyim haklarında çok bir bilgim de yok. Alsın biri çeksin, öğrenelim, bilelim. Bu yüzden tebrik etmek gerek yapılıyor ya da yaptırılıyorsa da Tatangaları...

Son olarak; yönetmeni de öyle bir yağlayıp ballamışlar ki Spielberg'ün yeni projesi sanacaktım okurken. Şahan Film'den kasıt olarak da Paramount Pictures... Neyse ya salla...


Tatangalar,Sevdanın ligi olur mu?
VE TATANGALAR FİLM OLUYOR!

Sakaryaspor’un en büyük taraftar grubu olan “Tatangalar” film oluyor. Aynı isimli filmde taraftar kendilerini ve anılarını anlatıyor. “Tatangalar, Sevdanın ligi olur mu?” çok yakında…

Birçok tanıtım, reklam filmi, kısa metraj ve son olarak “Okuldan Sonra” isimli dizi ile yıldızı parlayan yönetmen Yusuf Emre Şimşek ve ekibi muhteşem bir belgesel-araştırma için tekrar sahnede.

İnanılmaz bir şekilde taraftarlardan etkilendiğini ifade eden Şimşek, “Onlara, onları anlatabilen bir şeyler üretme çabası içerisindeyiz. Amacımız bu efsanevi topluluğu ölümsüzleştirebilmek. Tarih bu destana, bu sevdaya tanık olmak zorundadır.” dedi. Özellikle “Bizim için ölümüne” sloganını defalarca izleyen yönetmen tribün liderleri konusunda da araştırma yapıyor.

Muhteşem tribün şovları ve takımlarına olan bağlılıkları ile bu kez konu Sakaryaspor taraftarı. Geçmişi, geleceği, sloganları, marşları ve yeni olgularıyla arka mahallede kalan tribünlere farklı bir bakış açısı, çünkü onlar takımları mahalle maçına dahi çıksa kaldırıma çıkar “Ölümüne Sakarya” diye bağırır. Çünkü onlar “Adapazarlılar…”

Bir futbol takımının ne kadar sevilebileceğinin göstergesidir, Tatangalar. O kadar çok sevmişler ki bu takımı mühim değil şampiyonluk ya da küme düşmek, asıl hedef gözden düşmemek. İnançla birbirine bağlı olan bu taraftar kitlesi hiç şüphesiz en büyük zaferleri yaşayacaktır.

Yusuf Emre Şimşek ile Hikmet Sungur’un metin yazarlığını yapacağı filmin genel koordinatörü Murad Zaloğlu.

Ayrıca film ile birlikte büyük Sakaryaspor’a yeni yazılmış ve bestelenmiş, taraftarını coşturacak bir marş hediye edilecektir.

Şahan Film Sanat’ın son bombası, “Tatangalar, Sevdanın ligi olur mu?” çok yakında…

Absolut Hisar

Çok sevdiğim iki kardeşimleydim dün gece. Oğuz Ramazan süresince evden dışarı çıkmadığından yaklaşık 1 aydır görüşmüyorduk. Yine Ercan'ı da en son Oğuzla çıktığımızda görmüştüm. Neyse, dedik Ramazan da bitti, bi görüşelim, içelim. Oğuz'un mekan Beykoz, Ercan'ın Anadolu Hisarı, ben de Üsküdar'da olduğumdam aslında güzel bir güzergah oluşmuş şöyle bi baktığımda. Aslında genelde Kadıköy oluyor buluşma mekanı. Ben Beykoz'a Oğuz'u görmeye 2 kere gittim mesela. Onlardan birinde de Beykoz'dan Hisar'a, Ercan'ın yanına gitmiştik zaten. Bu sefer de, Ercan Hisar'da işe başladığından ve gece 12'de çıkacağından yanına gittik Oğuz'la. Ercan Göksu Cafe diye bi yerde işe başlamış. Mekan da çok güzel, Hisar'da bilmem ne deresine bakan bi cafe. Oturuken ayağının dibinde dere denizle birleşiyor, o kadar güzel. Mekan da çok nezih, gelenler gidenler düzgün insanlar. Ercancım beni kapıda karşıladı, sigara molası veriyormuş. Sonra girdik içeri, çay ısmarladı sağolsun. Yalnız mekanda çalıştığından ben müşteri gibi otururken kardeşimin tepemde dikilmesinden acayip rahatsız oldum, garip hissettim kendimi. Bu garipliği Oğuz'a mesaj atacakken, kendisi damladı masaya. Özlemişim...

Üçlüde kilit adam Ercan'dı dün gece, mekan Hisar olduğundan. Ercan'ın babasının Tekel bayii var hemen ayak üzerinde. Pederin adı Saruhan (Sarıhan mıydı lan?). Neyse girdik dükkana, annesiyle peder bey çok samimi karşıladılar sağolsunlar, hal hatır sorgusundan sonra tezgahtaki içkilere kanalize olduk. Yok bira mı içsek, JB mi yapsak falan derken dedim baba votkaya girelim biz. Nedense turuncuya kaymadım bu sefer, gözüm sarıya ilişince, biraz da merakımdan Absolut Citron'u alalım dedim. Yanına 2 portakal suyu, çerezi, cipsi falan işte. Ha, pederden yaptık alışverişi de hesabımız neyse ödedik, o kadar da değil.

Şimdi okulun ismini hatırlayamadım da, yine Hisar'da bi ilköğretim okulu. O da Göksu cafe gibi dereye bakıyor. Geçen gittiğimizde tahta oturaklar vardı, güzelce yayılmıştık. Okul müdürü kaldırmış onları, ayıp etmiş, betonda oturduk tüm gece. Açtık votkayı, verdik portakalı, çerezi, cipsi iç babam iç. Ama dibi delikmiş heralde bişi anlamadık, gittik 2şer bira aldık. Onları içerken karnımdaki açlık hissini paylaştım Oğuz'la. Ercan dürümcü var dedi 5 dakka mesafede. Yola koyulduk biz de ama dürümcünün ışıklar yanmıyordu. Hisar'dan biraz ilerde Küçüksu'ya yürüsek mi diye düşünsek de yorgunluktan vazgeçip geriye doğru dönmüşken dürümcüden iki genç çıktı. Meğer Ercan'ın arkadaşlarıymış. Kapamışlar dükkanı, ışıkları da kapatıp içerde demleniyormuş elemanlar. Ercan'ı kırmadılar tabi, kaç yıllık arkadaşlar, ateşi de 10 dakka önce kapatmalarına rağmen hala köz olunca adanaları verdiler ateşe. Zaten Ercan'ın arkadaşları, Oğuz'la biz de girdik muhabbete, elde biralar falan. Şuraya gelicem! (heh heh, anlık esprilerden biri dün geceki), elemanlar Hisarlı, Hisar'ın her maçına gidiyorlar. Şehir efsanesi gibi, her maçtaki olayları anlatmaya başladılar ve zaman akıp gitti zaten. Bunları heryerde bulamayız, semtin içine inip yaşananları, kavgaları ya da kutlamaları dinleyince amatör futbolun güzelliğini anlayabiliyoruz sanırım. Mesela şu olayı anlattılar, hatta en son eleman "Google'a spor akademisi meydan muharebesi yaz çıkar!" dedi, ben de öyle merak edip girdim. Daha neler neler var. Ne hikayeler, ne şamatalar. Onları gidip yerinde dinlemek lazım.

Muhabbet ilerledikçe baktık saat 04.30 olmuş, e zaten o saatte eve dönemeyeceğim belliydi Oğuz'la beraber Ercan'da kaldık. En son ben sızdığımda Ercan bi bira daha açmış depresif parçalar dinliyordu. 10 gibi Oğuz'un kalkışıyla ben de uyandım, daha da geç olmadan evlere doğru yola çıktık. Geçen sene bi Caddebostan macerası vardı, yine bu tayfanın üzerine ek olarak Douglas da bulunuyordu. Tam onun gibi olmasa da yine güzel bi gece oldu. Ramazan önce geldikçe yaz aylarında daha güzellerini yapacağımızı umuyorum. Yalnız, böyle takılıp da fotoğraf falan çekmiyoruz biz. Hatırası olmuyor elimizde.

Acayip uykum var, yazdıklarımı tekrar okumadan yayınlıyorum. Neler yazdık lan acaba? Bi de farkındayım, böyle olayları anlatırken Douglas gibi akıcı yazamıyorum sanırım. Ben yazarken sıkılıyorum mesela. Neyse ben uykuya kanalize olayım...

24 Eylül 2009 Perşembe

Bu Maç Evde İzlenir OST #5

Uzun süredir bir liste yapmıyorduk, uzun süre de yaparız gibi durmuyor. Gençsubaylar günleri kadar sık ilgilenemiyorum, ilgilenemiyoruz, ilgilenemeyiz gibi duruyor. Zaten bu yasaklar olayından sonra tadı tuzu kalmadı. Bilgisayarından kendi şarkılarını yüklesen, bunu sağlayan bir site kalmadı. Hepsi paralı oldu. Öyle olunca da eldekilerle yetinmek zorunda kalıyorsun işte. Bu yüzden baştan söyleyeyim, YouTube'u açamayanların bu playlistten pek randıman alabileceğini sanmıyorum. Zira geneli YouTube kaynaklı... Tayyip dinleyebilir ama o nasıl olsa girebiliyor YouTube'a, siz de girin yani bir şekilde.

Efendim, bu sefer bayağı karışık bir liste oldu. Neredeyse her zevke hitap edecek şekilde, aklıma gelen her tarzda, yeni ya da eski şarkılarla ortaya, gerçek anlamda, karışık uzun bir liste çıkardım. Bunun sebebi de yukarıda açıkladığım gibi uzun süre ilgilenmeyecek olmamız.

Mönü'ye geçelim...

Tears by Guy Zigdon
British Mode by Goose
Fiesta by The Pogues
Someday by Sugar Ray
Countdown To Extinction by Megadeth
Monday Morning 5.19 by Rialto

Dig, Lazarus, Dig! by Nick Cave & The Bad Seeds
Outside by Staind
Nice Dream by Radiohead
Glorious by Andreas Johnson
Lonely Feeling by Brainstorm
Walla Walla by The Offspring
Plush by Stone Temple Pilots
Human by The Killers
Hijomalind by Sigur Ros

The Animal Song by Savage Garden
English Summer Rain by Placebo
Raining Again by Moby
Ireland by Dredg
Messenger by Blonde Redhead & David Sylvian

FM 2010

Ekim ayına yaklaştığımız şu günlerde, Football Manager 2010 için daha bir heyecanlanıyor oyunu dört gözle bekleyen fanatikleri. Ben de onlardan biriyim, negzel....

Oynanabilirlik ile ilgili Sigames'in kendi sitesinden duyurduğu değişiklikler, gönderdiği screenshot'lar ile ilgili bir yazıyı koymuştum daha önce bloga. Bu sefer de oyunun çıkış tarihi yaklaştıkça çıkan 3D oyun motoru videoları ile yine screenshot'lardan oluşturulup yapılmış bir video kolajını paylaşacağım.

3D video motoruna çoğu kişi tepki gösterdi, pek olumlu geri dönüş alamadığını düşünüyorum ki Sigames'in onlar da daha da geliştireceklerine dair bir açıklama getirmişlerdi 2010'da. Öyle de olduğu söyleniyor fakat 3D motorunu sevmiş biri olarak ben bir değişiklik göremedim oyunda açıkçası. Belki de videodan bir şey anlayamamışımdır, bilmiyorum...



Şurada bir değişiklik gören oldu mu yani şimdi? Maç yapıyor iki takım, ilginç pozisyonlar oluyor ama başka da bir şey yok...

Neyse, şu screenshot videosunu da koyayım da bir son vereyim artık yazıya. Şarkı da Creed'in sanırım, buram buram krisçiyın rak koküyür.

NBA 2009/10: Forma Değişimleri

NBA'de hava atışına 33 gün kalmışken ben de bir kaç değişimden bahsedeyim.

Dallas Mavericks, daha önce kulübün eski rengi olan yeşil ağırlıklı alternatif formasında renk değişimine giderek, şu andaki renk kombinasyonlarını kullandı.

Charlotte Bobcats, forma tasarımlarını tamamen değiştirdi. Şu formaya bakıp Orlando Magic forması geliyor aklıma...

Houston Rockets da yeni bir alternatif forma tasarıma gitmiş. İlk kez 6 Kasım'da Toyota Center'da Oklahoma City Thunder'a karşı giyecekler. Yine eskiye dönüş söz konusu, biraz modernize edilmiş sadece.

Gelelim Sixers'a... 7 gün boyunca resmi sitenin girişinde yeni formalar için geri sayım yaptılar. Görüntüde çaylak Holiday ve forması gölgelendirilmiş, meraklandıracaklar sözde. Ben sonunda ne olacağını biliyordum ama en azından formaların hepsini görürüm diye bekliyordum bir kaç gündür. Geri sayım bittiğinde, benim 11 Ağustos'ta koyduğum forma tasarımı çıktı. Bir iş yapacaksanız adam gibi yapın, medyaya sızdıysa da milleti kandırmayın. O linkteki forma için o gün de ağır konuşmuştum hala konuşurum. Beyazını da yukarıda Brand'in üzerinde görebilirsiniz. O biraz daha şık en azından ama çok basit be dayı bu formalar...

23 Eylül 2009 Çarşamba

Eric 'Mr. Slowhand' Clapton

Geçenlerde Pattie Boyd, George Harrison ve Eric Clapton aşk üçgeninde seyreden bir yazı yazmıştım. Pattie'nin George ile başlayan, Eric ile devam eden sonrasında anılarını satma yolunda ilerleyen hayatı ve George ile Eric'in bu kadının uğruna gerilse bile devam eden dostluklarından bahsettim o yazıda.

Bilmiyorum, hikayeyi ilk defa öğrenenler için Eric Clapton 'puşt' bir karakter gibi gözükmüş olabilir ama sanki çok da suçlamamak gerek. Adamın hayatı trajedilerle dolu. Bu tarz eylemler içinde bulunmasının sebebi geçmişte yaşadıkları olabilir. Ha tabi ki psikolog gibi yaklaşıp altında yatan sebepleri bırgalayacak değilim. Yargılayıcı yaklaşma şimdiden, şurada yazıya giriş yapmak için bin takla atıyorum. Beceremedim de gerçi, siktir et. Giriyorum ben, koruyun beni!

Küçük Eric 1945 yılında Surrey Devlet Hastahanesi Kadın Doğum Kliniğinde (Sanki Erkek Doğum diye bir şey var...) dünyaya gelir. Nüfus kağıdında;

Baba Adı: Edward Walter Fryer
Ana Adı: Patricia Molly Clapton

yazmamaktadır.

Eric'in hayatında dizi dizi devam edecek olan ilginçlikler de bu noktada başlamaktadır. Eric, yasak bir ilişkinin çocuğudur. Yani Patricia ve Edward'ın bir anlık azgınlıklarının ürünü olarak hayata gözlerini açar. Bununla da bitmez, Eric dokuz yaşına gelene kadar anneannesini annesi, dedesini babası, annesini de ablası zanneder. Bu yüzden o ve etrafındaki insanlar onun aslında yetim olduğunu bilmezler. Korkmayın yani, 'Piçsin sen, piç! Baban yok senin!' diyen etrafını çevreleyen çocuklar onu taş yağmuruna tutmamış. O kadar trajik değil...

Gerçekleri öğrendikten sonra babasına karşı garezi artan, ayar olan, 'O pezevengi bulursam öldüreceğim' diye nefretini dile getiren Eric, annesinin soyadından da böylelikle vazgeçmemiş olur. (Gerçi ailesinin asıl soyadının Clapp olduğu ve Eric'in bunu Clapton yaptığı söylenir.)

Yasak ilişki dediğim de Across The Universe filminden tanıdık gelebilir. O zamanlar İngiltere sadece Almanya belasından değil, 'Size destek vermeye geldik' diyip de önüne geleni düzen yabancı askerlerden de çok çekti. Edward'ın babası Kanada'lı bir piyadeydi, yaklaşık olarak Eric'in doğduğu zamanlarda savaş alanına gönderilmiş ve akabinde de Kanada'ya dönmüş bir piyade.

Dedik ya tabi, adamın hayatında trajiklikler bitmek bilmiyor. Bu Eric'in anası olacak Patricia, daha sonra başka bir Kanada'lı askerle Kanada'ya kaçıyor ve Eric'i; 'Nasıl olsa sizi anası babası bildi bu çocuk bunca sene, ben gidiyorum. Çok da fifi amua goyyim...' diyip onu anneannesi ve dedesine bırakıp orada evleniyor.

İlginç bir parça daha...

Hani o Pattie Boyd ile ilgili yazdığım yazıda, Pattie ve Eric'in ayrılmalarının sebebinin Eric'in başka bir kadından olan bir oğlunun olduğundan bahsetmiştim ya... O çocuk, Conor'dur.

Conor, İtalyan model Lori Del Santo ve Eric Clapton'ın oğlu olarak 1986 yılında dünyaya gelir, 1991 yılında New York'ta annesinin bir arkadaşının çatı-dairesinin camından düşerek ölür. O zamanlar Pokemon gibi bir illet olmadığından gazetelerde; 'Kendini Pokemon sandı, camdan atladı' gibi manşetler göze çarpmaz.

Başlada reddettiği çocuğu için ölümünden sonra o kadar üzülmesi çoğu kişiye inandırıcı gelmez belki o dönemde ama bu ölümün üzerine Eric Clapton şunları yazar;

Would you know my name
If I saw you in heaven
Will it be the same
If I saw you in heaven
I must be strong, and carry on
Cause I know I don't belong
Here in heaven

Would you hold my hand
If I saw you in heaven
Would you help me stand
If I saw you in heaven
I'll find my way, through night and day
Cause I know
I just can't stay
Here in heaven

Time can bring you down
Time can bend your knee
Time can break your heart
Have you begging please
Begging please

Beyond the door
There's peace I'm sure.
And I know there'll be no more...
Tears in heaven

Oğluna ithaf ettiği bu şarkı, Tears In Heaven, ona o sene tam altı Grammy ödülü kazandırır.

Oğlunun ölümünden bir sene önce de müzisyen arkadaşı, blues üstadlarından, Stevie Ray Vaughan'u kaybeder Eric. Birlikte çıktıkları turnede şehir değiştirirken meydana gelen helikopter kazasında Stevie Ray Vaughan ve iki roadie hayatını kaybeder. Daha sonraları Eric, bunun hayatında bir dönüm noktası olduğundan ve dostunu özlediğinden sıkça bahseder.

Clapton hakkında bir de efsane bulunmaktadır. O efsanede hiçbir konserinde bir kere bile olsun yanlış nota basmadığı anlatılır. Olağanüstü bir gitarist olmasının yanına böyle bir ünvan elbet yakışır, her ne kadar doğru mu yanlış mı olduğunu ispat etmek o kadar kolay olmasa da ama bilinen bir şey vardır ki o da elinin gitarın klavyesinin üstünde akıp gittiğidir. Bu sebepten ötürü bolca gitar teli mefta etmişliğinden, kendisi eş, dost, eşraf tarafınca 'Mr. Slowhand' olarak çağırılmaktadır.

Bugüne kadar, The Yardbirds and The Bluesbreakers, Cream, Blind Faith & Delaney and Bonnie and Friends ve Derek and The Dominos adlı gruplarda çalmış, akabinde solo kariyere girişmiş ve 20'ye yakın sanatçıyla ortak projeler, kayıtlar ve konserler düzenlemiştir.

Şu anda 64 yaşında ve deli gibi konserden konsere koşuyor. Blues için bir 'beyaz adam' olmasına rağmen zenci gırtlağına yakın sesi ve diğer yetileriyle Tanrı Vergisi'nden en fazla geri ödeme alan insanlardan biri olarak yaşamaya devam ediyor kendisi.

Hope For The Hopeless

Bulutlar şehri basmış bu sabah.
Sokak lambaları son son gösteriyor kendini.
Yeni bir gün, mertebelerime ayak uydurarak merhaba diyor bana.
Kibarca...
Benimkisi de merhaba-merhaba işte,
O kadar!

Coldplay @Glastonbury

22 Eylül 2009 Salı

Bu da Alternatif Üç Aylar

Diyor ki zat; '3 ayda 7 cm. uzatmak ister misiniz?'

Sorsan pezevenge, 'kendin kullandın mı?' diye, altından neler neler çıkacak kim bilir?

3 ayda 7 cm. uzuyorsa bir üç ay daha kasar 14 cm. uzatırım. Ulan ömrüm boyunca yapsam Dünya'nın etrafına dolarım, uzaydan görünen bir yapı meydana getiririm. Nasıl iş bu?

Diyor ki zat; 'Bütün kadınlar sizi arzulayacak?'

Tamam da o nasıl olacak? 3 ayda 7 cm. uzatanın boynuna; 'Benimki oldu 30 cm.' yazan kolye, arabaya sticker falan mı veriyorsunuz da bütün kadınlar beni arzulayacak? Belki ben tek eşliliğe inanıyorum, kadınım için büyüttüm 7 cm., o da gitti silikon taktırdı. Olamaz mı?

3 ayda 7 cm. uzatsam ilk iş olarak Facebook'un bu salak reklamlarını, spam mail saçan andavalları sikerim. Çok net!

X_X

Xİnternete sansür koymak, dünyada coğrafi keşifler yapılırken 'bizim keyfimiz yerinde' diyip eldekileri çarçur eden bir millete yakışırdı zaten. Bunun bayraktarlığını yapıyor olmanın gururunu hepimiz duyuyoruzdur sanırım!

Hz. Muhammed'e, Atatürk'e karşı yapılan çirkin propogandalara, çizilen karikatürlere diplomatik nota verenlerden ya da çakma 'kızarız haaaa...' mesajları verenlerden, aynı işlerin yapıldığı internete ellerini uzatabildikleri için engelleme yapmalarını beklemek büyük bir sürpriz olmasa gerek. Zira diplomatik alanda sözünün geçtiğini göstermeye çalışıp, ancak aptal bir kesimi aldatabilen aklı selimler egolarını burada, Adnan Hoca'ya bile hakaret edilince interneti sansürleyerek göstermektedirler.

MySpace, amatör müzisyenlerin kendilerini gösterdikleri, eğlence mekanları sahipleri tarafından keşfedildikleri bir adresten fazlası değildi. Biz de Pulp için az grup bulmadık, bulduklarımızı davet edip performanslarını sergilemeleri için fırsat verdik... Hepsinin önünde yeni bir şehir, yeni bir mekan ve vizyon fırsatı vermekten bir işe yarar mıydı MySpace? Bilmiyorum, ben o yönüyle hiç ilgilenmedim. Telif hakkı sahibi profesyonel sanatçılar profillerini oluşturdular ise bu onların tercihidir, kullanıcıların suçu ya da Türkiye'de interneti kullanan hiç kimsenin suçu değildir.

Peki ya LastFM? İnsanların dinledikleri müzikleri paylaşarak birbirleriyle etkileşimde bulundukları bu platformda ancak ve ancak amatör sanatçıların tam boyuttaki şarkılarını dinleyebiliyordunuz. Telif hakları olan sanatçıların şarkılarının ise sadece 20-30 saniyelik bölümlerini dinleyip, beğenirseniz albümü almaya teşvik ediliyordunuz.

Peki tüm bunların altında yatan nedir? Yakın zamanda internetten korsan yayınları engelleyip, korsan yayınları indirenlere de hapisten başlayan cezalar getirmeye başlayacak olan ve Amerika'daki 'paralı indirme' sistemini entegre edecek olan insanların bok yemesidir.

Eyvallah, bizde hiç kimse Amerika'da olduğu gibi bir albümle, bir kitapla, bir heykelle, bir resimle milyon dolarlar kazanamıyor belki de. Kazanan varsa da bir elin parmağını geçmez bu yüzden çoğu sanatçı isyanlarda ve doğal olarak hepsi bu korsan illetinden çekiyorlar.

Düşünsene, bir albüm için yedi-sekiz ay yüzlerce insan emek veriyor. Stüdyo'ya girip bir şarkının on saniyelik bölümünü defalarca tekrar ediyorsun istediğin gibi olmadı diye... Şarkının arajmanı seni tatmin etmiyor, tekrar, tekrar, tekrar düzenliyorsun. Sonunuda bitiriyorsun ve baskıya verip albümün satışa çıkacağı günü bekliyorsun ama bir ayın sonunda hiçbir şey hayal ettiğin gibi olmuyor. Harcadığın paraların, zamanın ve hayallerinin üstüne soğuk bir bardak su içip; 'Bari konserlerden para kazansak' diye bekliyorsun ki bu ülkedeki çoğu müzisyenin de ekmek kapısı ne yazık ki albüm satışlarından öte, konser gelirleridir.

Tamam ama unutmamak gerek ki, bu ülkedeki çoğu insan orta direk bile değil. Belli bir gelirin altında, zar-zor yaşayabilen ya da orta direğin biraz üstünde; 'Ulan bir şey olsa boku yedik' diye diken üstünde yaşayarak geçinen insanlarız. Bunun propogandasını yapacak değilim ama bunları da gözardı edip insanların müzik zevklerinden elinden almaya, aldıktan sonra da para istemeye niyetlenmeyin lütfen. O pis ellerinizi müzikten çekin hiç değilse!

Yerel sanatçılara bir şekilde hak verebilsek de, gümrük vergilerinizin eseri olan, yurtdışından gelen bir CD'yi adamlar orada 10 dolara alıyorken, bize 40 liraya kakalamaya çalışmayın. Bu ülkenin %90'ı Müslüman'dır demeyi biliyorsunuz da bu ülkenin %90'ı zar zor geçiniyor demeye götünüz yeniyor. Teğet geçip duruyorsunuz götümüze, bir gün ona da göz dikeceksiniz ama ne zaman?

Youtube ve benzeri siteler engellendiğinde duyarsız kalanlar da sizler oldunuz, taşak geçer gibi; 'Ben giriyorum, siz de girin hehehe' diyenler de sizler oldunuz. Yeter artık, yarın hangi site ne sebeple engellenecek diye beklemekten gına geldi hepimize. İki kuruşluk zevklerimizi de sömürmeyin bari...

21 Eylül 2009 Pazartesi

Hay Ağzımı

Daha dün gece Nistelrooy golle dönmüş, kadroda yer kapar, gollerini atar falan dedik. Nasıl bi uğursuzluksa bizimkisi, adam sakatlanmış, 6 hafta sahalardan uzak kalacakmış. Zaten blog üyeleri olarak genel bi uğursuzluğumuz söz konusu ya bakalım. Gürkan zaten ne zaman Beşiktaş maçına gitse iyi sonuç çıkmazdı eskiden de olsa, bu yıl da aldığı kombine sonrası durum malum.

En kısa zamanda gollerle geri döner umarım Nistelrooy.

Sir Bobby Robson Tribute Ceremony

Lady Elsie Robson - Andre Robson

Terry Venables - Alex Ferguson - Paul Gascoigne - GaryLineker

"It's been one of the privileges of my life to have met him and been enthused by him. He influenced me then and will always influence me."
Sir Alex Ferguson

"From Ronaldo to Robson, from Gascoigne to Given, from Shilton to Shearer and from Wark to Waddle, the gaffer was hugely supportive and fiercely loyal. In return the players loved him and respected him. He was a lion of a man - no, make that Three Lions."
Gary Lineker

Babasının Oğlu

3-0 kazanılan Tottenham maçı sonrasında John Terry, Stamford Bridge çimlerinde oğlunun gerinme hareketleri için yardımcı oluyor.

Fotoğraf: Getty Images

20 Eylül 2009 Pazar

Gol Makinesi

Real Madrid'in takımda kalabilen Hollandalısı Ruud Van Nistelrooy uzun süren sakatlıktan döndü ve yapmak için doğduğu şeyi yaptı. Bu adam gol atsın diye yaratılmış arkadaş, ne sakatlıklar yaşadı ama hala atıyor. Manchester United'a transferi sırasında sakatlığı sebebiyle transfer iptal olmuş iyileştikten sonra tekrar gündeme gelmiş ve Old Trafford yolunu tutmuştu. Manchester United kariyeri 5 sezon 150 gol. Ardından Sir'le anlaşamamış Manchester-Madrid hattının bir diğer yolcusu olmuştu. Real Madrid'de şampiyonluklarla gelen gol krallığı ve yine geçirilen ciddi sakatlık. Galatasaray da dahil olmak üzere birçok dedikodudan sonra Los Galacticos II'nin bi parçası olarak kalmayı başardı.

Ruud'un da dönüşüyle Real Madrid forveti kalabalıklaştı. Raul, Benzema, Ruud ve Higuain. Raul'u kesemezsin, Benzema'ya tonla para verildi o da yedek kalamaz. Higuain geçen yıl çok iyi performans gösterdi, Nistelrooy'u anlatmaya gerek yok zaten. Pellegrini burda bi hayli zorlanacak sanırım. Ama bu adam ne yapar eder kadroya girer, gollerini de atar.

Welcome to Manchester

United cephesinden karşı atak gecikmedi.

Tremendous Match So Far!!!

Premier League'de zirvedeki 4 takımın birbirleriyle oynayacağı maçların ilkinde, Manchester Derbisi'nde yıllar sonra hem derbi gibi derbi hem de harika bir maç izledik. Haftalardır İngiltere'de konuşulan bir maçtı. Tevez'in City'e transferi sonrası Manchester caddelerindeki posterler, City'nin yıllar sonra iddialı bir kadro kurması ve lige süper başlaması... Maç öncesi iki takımdan da açıklamalar geldi tabi. Sir; City ile gerçek bir rekabetimiz yok, çünkü City'nin kazandığı bişey yok demeye getirdi, Tevez Old Trafford'da iyi karşılanmayı beklediğini söyledi... Giggs de Twitter üzerinden hayatındaki en önemli maçlardan biri olduğunu ve mutlaka kazanmalarını gerektiğini açıkladı. Maç öncesi yapılan açıklamalar ve İngiltere'deki atmosfer sonrası belki de sezonun en önemli maçlarından biriydi bu maç. Öyle de oldu.

İki devrede de erken gelen goller, Bellamy'nin harika şutu, Giggs'in müthiş performansı, Shay Given'ın kurtarışları diğer tarafta ise hatalı gollerine yenisini ekleyen Foster... Bir bayram gününü harcamaya fazlasıyla değecek bir maç. Tevez alkışlanmayı bekledi belki ama bol bol ıslıklandı ve yuhalandı. Tevez'i United'daki iken çok severdim hatta transfer döneminde de Douglas'la çok tartışmışızdır. Gitmemesinin istedim hep ama gider gitmez yaptığı açıklamalar kalıbının adamı olmadığını gösterdi. Bu yüzden yediği ıslıkları hak ettiğini düşünüyorum. City bu takımla Arsenal'in yerini rahat kapacağı gibi bu şekilde devam ettikleri takdirde ilk 2 şansları yüksek bana kalırsa.

City gerçekten güzel takım olmuş. İlk kez izleme şansım oldu. Eksiklere rağmen ikinci yarıdaki soluksuz geçen United baskısı dışında oldukça iyi durdular. Sezon başında yeni kurulan bir takıma göre gerçekten derli topluydular sahada. Tabi bunun en büyük sebepleri Mark Hughes gibi bir hoca ve premier ligin kalbur üstü oyuncularının transfer edilmesi. Maçın hakkı United'ındı ama oynanan uzatma sonrası gelen gol ortalığı biraz karıştıracaktır. Owen golü attığında Hughes saati göstererek hakeme koşuyordu.

United'da ise savunma gerçekten alarm veriyor. Geçen yıl 15 maç maç gol yemeyen savunmadan eser yok sahada. Tabi kalede VDS yerine şuursuzun tekinin olmasının da bunda payı var ama İngiliz futboluna Foster'ı kazanacağız diye takımı ateşe atmanın manası yok. Devre arasında adam akıllı bi kaleci transferi şart. Ferdinand'ın Bellamy'e verdiği pas da yakışmadı. Bellamy inanılmaz bi deparla, iğne deliğinden golü buldu tabi. Ferdinand'ın da sürekli sakatlıkları düşünülürse Pique'nin satılmasının pişmanlığı ve savunmaya transfer gerekliliği ortaya çıkıyor. Giggs bugün inanılmaz oynadı. Sanki 35'inde değil de Arsenal'e FA Cup'ta o golü attığı yaşta gibiydi sahada. Evra ile birlikte City sağ kanadını delik deşik ettiler. Berbatov şanssızdı, gol olmadı. Fletcher da her geçen gün favori oyuncum olma yolunda ilerliyor. Roy Keane gitti gideli böyle adam gelmemişti bu takıma. 2 de gol atarak ekstra katkı yaptı.

United ilk derbiyi unutulmayacak bir maçla aldı. İkinci yarıdaki maç City'nin sahasında daha güzel bir maç olursa kimse şaşırmaz.

fotoğraf: Guardian

Çarşı UEFA'ya Karşı

Beşiktaş Maç Günlüğü #4

United maçı sonrasında, sağda solda, muhabbet sırasında devamlı olarak "Haftasonu Kayseri maçı da 0-0 biter, görürsün." gibi laflar edip durduk. Hatta en son bayram traşı için berbere gittiğimde de berber koltuğunda 0-0 ihtimalinden bahsettik, aslında ihtimal değil de şakasını yapıyorduk artık.

Küçük yaşlarda beni maça götüren bir büyüğüm olmadı. Kuzenlerim futbol ile ilgilenmezdi, babam da hiç anlamaz. Dayım ile gittiğimi hatırlıyorum, aklımın yatmaya başladığı zaman diliminde. Hafızam da çok iyi olmadığından gittiğim maçları saymaya kalksam, iki hatta bir elin parmaklarını geçmiyor olsa bile sayamam. En son geçen sezon şampiyonluk heyecanıyla Galatasaray maçına gittim, bu sene de kombine aldım hayatımda ilk kez, her maç İnönü'deyiz, ama, ama... Şaban hem bayram sebebiyle hem de kuzenini askere uğurlama niyetiyle İstanbul dışına çıktığından ben de kombinesine çöktüm direk, amacım daha önce maça gitmemiş olan kuzenimin oğlunu (yeğen yerine geçiyor bir nevi) götürmekti, götürdüm de. Götürmez olaydım, çocuğun ilk maçında kahrolduk. Eve bırakırken yüzündeki üzüntüyü anlatamam. Çok küçük değil, liseye başlayacak bu sene ama yine de senelerdir maça gitmiş olmasa da verdiğim formaları, eşofmanları üstünden çıkarmayan bir çocuk, ilk kez gördüğü İnönü'den üzüntüyle döndü evine.

United maçında 18'de olmayan Bobo ilk 11'deydi. Hocam, nedir bunun açıklaması merak ediyorum doğrusu. Herşeyi geçtim, şöyle bir karşılaştırma yapabilirim; Bobo Kayseri maçındansa United maçında daha çok kendini göstermek ister, çabalar, faydalı olurdu, sonuçta Avrupa arenası...

Üzülmez, Köybaşı, Ekrem... Ekrem bugün de sol bekteydi. İsmail 18'de de yoktu(sanırım). Oynatsana hocam İsmail'i. Ne kadar kötü olabilir ki şu durumda diğerlerinden?

Nobre'nin aldığı paralar haram olsun. Tek yaptığı iş (gerçi onu da yapamıyor ya) havadan gelen topları indirmek olan bir adam Beşiktaş'ın kaptanı olarak sahaya çıkıyor. Topu indirip pozisyon yaratacak diye o kadar şişirme top attık ki, Orkunla hemfikir olduğumuz, sezon başında ayağa pas yapan takımdan eser yoktu. Bobo'ya söyle, "Havadan gelen topları indireceksin, pozisyon hazırlayacaksın", yapmaz mı? Yapamasa da, en kötü Nobre kadar yapamaz. Artı özelliklerini de katarsak daha etkili olur. Solda ne kadar faydalanabiliyoruz ki?

Tabata'ya verilen paralara yazıklar olsun. Tabata'da mı suç? Bence hayır, ona o parayı verende. Adam Galatasaray ve United maçlarında kurtarıcı gibi lanse edildi bir anda. Delgado'yu istemeyenlere, koşmuyor, savaşmıyor diyenlere kapak olsun. Yine daha önce dediğim gibi, artık Bobo mu satılacak yoksa Sivok satılıp Toraman stopere mi çekilecek bilmiyorum ama, inşallah döner de kapak üstüne kapak takar.

İnönü'de yine gol göremedik şaka maka. Şu ana kadar direkten dönen 3 top var. Merakla beklemedeyiz. Haftaya Ankaraspor maçı, ligden düşürüldükleri için 3-0 lehimize yazılıyor sanırım. Haftalar sonra gollü bir galibiyet, golleri kime yazsak? Cem'in dediği gibi, bir daha göremeyiz bu skoru...

Kayseri oyuncularına küfür mü edeyim bela mı anayım bilemiyorum. Her pozisyonda yerde kıvrandılar, bacakları, kafaları koptu sanki. Bünyamin Gezer de hepsine göz yumdu. Bir ara pazarlık yapar gibi, saha dışına çıkmaları için konuşuyordu. Taraftar dayanamadı artık, "Yere yatsana, yere yatsana, Bünyamin Gezer, yere yatsana." Kayserililerin bu şerefsizce davranışlarına agresifçe yanıt veren (benim aklımda sadece ikisi kaldı) Ernst ve Ferrari'ye teşekkür ederim. Zaten takımın sezon başından beri en iyileri, onlara yakışırdı. Bobo da bir pozisyonda, kim olduğunu katırlamıyorum ama yine yerde yatan birini kaldırıp kenara taşıdı ve yere attı. Sana da helal Bobo. (Yazıyı koymadan fotoğraf baktım, pozisyonu buldum. Nobre de tutmuş bir ucundan, kansız herif)

Maç sonuna doğru Demirören için klasik "Yıldırım Demirören Yeter!" ve "Gaziantep'e Başkan Olsana!" tezahuratları yapıldı. Beşiktaş taraftarı Galatasaray mağlubiyeti üzerine United'a da yenilen o takımı Salı gecesi soyunma odasına yöneldiklerinde alkışlıyordu ama bu gece şalterler attı artık. Denizli maç sonrası açıklamalarında istifanın ihtimaller arasında olduğundan bahsetmiş. Benim en çok üzüldüğüm, bu şekilde gidişi olur. Şampiyonluk sonrası, zaten isteksizken bıraksaydı iyi anılacaktı belki de, ama şu anda oklar ona yönelmiş durumda.

Başım çok ağrıyor, burada bitirmeye çalışacağım artık. Dönüşü Kadıköy'e yaptım Orkunlar ile, yeğeni bırakacağımdan. Kadıköy'den İçerenköy'e, evine bıraktım ve ordan Kadıköy'e döndüm tekrar. Kadıköy'ü bilenler için, dolmuş duraklarının dışında Şöhretler büfenin önünde de dolmuş olur ve genelde oradakiler Çiçekçi'den geçerek Üsküdar yapar. Bağlarbaşı dolmuşları da Üsküdar yapıyor ama evimin önünden geçmiyor, inip mezarlık arasından falan eve geçiyorum ki, aman diyeyim köpekler... Neyse, Şöhretlere doğru yürürken dolmuşu gördüm, içi bomboş. Mantıken dolmadan gitmeyeceğini bildiğimden en az 15 dakikası vardır diyerekten Şöhretlerde bir sosisli söyledim ki, kaptan 3 yolcu alıp kapısını kapattı ve gazladı. Sonra ne oldu? Bağlarbaşı arabasına bindim, tek bir yolcunun araca binmesi için 20 dakika bekledik. Neden? Araba dolmadan kalkmaz!

Haydi herkese iyi bayramlar. Bayramın ilk günü evde oluruz genelde. Ablam ve eniştem ilk günü Çorlu'da geçirip akşama doğru İstanbul'a gelirler ve biz de gideceğimiz yerlere hepberaber gideriz. O yüzden yarın sıkıntı basarsa ve iyi bir saatte kalkabilirsem United-City maçı için James Joyce düşünüyorum. Vallahi Cem soktu kafama fikri. O giderse ben de giderim herhalde.

Son not: Myspace ve lastfm'e erişimi engelleyen ve dns ayarlarıyla ilgili bir sorun olduğunu söyleyen ama beni inandıramayan Türk Telekom'a kafam girsin. Şu yazıyı 03.00'de yazdım anca yayınlayabiliyorum. Yazıklar olsun...

Fotoğraflar: hurriyet.com

19 Eylül 2009 Cumartesi

Ferguson: "Tevez Akıllı Olsun"

Bizim İskoç'un damarı tuttu yine...

Daha geçen gün maç sonrası oturup Haliç'te kafaları çektik kendisiyle; 'Doug'çım, sen yıllarca emek ver, elinde büyüsünler sonra da parayı görüp uçup gitsinler. Endüstriyel futbol kalbime hiç yaramıyor...' diyordu Sir karşımda gözleri dolarken. 'İyi diyorsun ama Sir, sen bunu senelerdir yapıyorsun hatta geçen yazımda bu oyuncu yetiştirip pahalıya kakalama işinin ehil insanlarından biri olduğundan bahsetmiştim. Nasıl olur da böyle duygusal olabiliyorsun?' dediğimde ise; 'Bilemiyorum' şeklinde cevap vermişti... Akabinde de Beşiktaş mücadelesi, haftasonu oynanacak City karşılaşması ve bu seneki planlarına dair güzel bir muhabbet gerçekleştirdik kendisiyle.

Genel olarak sohbetimiz sona erip de evlerimize gidecekken, kendisine biraz daha soğukkanlı ve agresif çıkışlar içermeyen bir tavır sergilemesini söylemiştim ama tabi olmadı? İskoç'a laf anlatabilir misin?

Önce, 'United taraftarlarından güzel bir karşılama bekliyorum.' diyen Tevez'e; 'Valla Carlos, göreceklerin seni şaşırtacak çünkü zamane taraftarları artık duygusallığın esiri olmuş durumda. Oynadığın senelerin hatrına güzel bir karşılama bekliyorsun ama babayı alma ihtimalin çok yüksek.'

Sonra da 'Zayıf taraf United' diyip bahisçilik işinde de iddialı olduğunu gösteren Mark 'Bloody Bookie' Hughes'a; 'En iyi oyuncunuz Adebayor'dan yoksun geliyorsunuz be, manyak mısın sen?!' diye sallamış ama tabi güzel bir cevapla da ağzının payını almış... Hughes diyor ki; 'Sen Ronaldo ve Tevez'i kaybettin efendi, biz Adebayor'u bıraksak ne olur? Bizim kesilen sakalımızın yerine yenisi çıkar ama, biz sizin kolunuzu kestik onun yenisinin çıkması günümüz tıp teknolojisinde mümkün ama... Ya offf tam hatırlayamadım... Şimdi böyle bir tarihi söz vardı, onu demiş say işte. Cuk oturuyor buraya.'

Böyle atışmaları bekliyorduk zaten, zevkle takip ediyoruz. Sene başında iyi sallamıştı Wenger, Benitez ve Sir üçlüsü City'e. Poker partilerinde dördüncünün sonradan görme olmasını istemiyorlardı belki de, belki de gerçekten Arap sermayesinin bir şaka olmaktan çıkmasına ayar oluyorlardı ama sonuç olarak hepsi tepkiliydiler. Arsenal'in canına okudular, sıra United'da diyerek geliyorlar sert adımlarla, başlarında Noel Gallagher, Mark Hughes ve Adebayor ile...

Sir'ün de inceden inceden yusufladığını düşünüyorum zira karşındaki sağlam transferlerle, sağlam bir kadro oluşturmuş ve şu ana kadar da harmoni sorununu gayet iyi çözmüş gibi gözüken, bir hafta önce Arsenal ile taşak geçmiş senin de şehrinin diğer takımı ve ezeli rakibin City. Sene başında sallamışsın da sallamışsın, United'daki bilmem kaç yıllık hanedanlığında City'i o İskoç çüküne defalarca dolamışsın, yenilmek olmaz şimdi. Maç sonunda; 'Hile var! Ama Araplar...?' diye bağırsan kim sallar? Yeneceksin ki; 'Bak, ister Arap sermayesi ister ister Allah vergisi... Yendin mi böyle yeneceksin bu City'li i.neleri...' diyebilesin.

Karşılaşma yarın, Old Trafford'da... Bu gece de son atmıkları gelir bu karşılaşmanın, yarın da seyreyler ve görürüz neler olacağını. Benim galibiyet umudum var da, Sir kadar çok değil.

Uprising

Muse'un yeni albümden ilk klibi, benim favori şarkım olan, Uprising'e çekilip hazırlandı. Zaten çekimler sırasında Twitter'a ve sitelerine fotoğraflar ekliyorlardı. Ahanda bu da klipleri...

18 Eylül 2009 Cuma

Tark

Facebook magazinciliği yapayım dedim biraz da... Hele bu fotoğrafları görünce dayanamadım, vallahi direk bloga atlayıverdim.

Fotoğrafların sahibi arkadaşımın bir arkadaşı. Arkadaşım fotoğrafları layk edince bana da natifikeyşın olarak geldi tabi sağ freymde. Öyle olunca da gözüm kaydı, bir de ne göreyim? Arkadaşımın arkadaşı Amerika'ya gitmiş, bir de Nev York'ta Tarkan'ı görmüş. Halbusi kız da piledelpiya'da yaşıyor. Öyle de bir şans yani denk gelmiş falan.

Sonra gözüm Tark'ın meme uçlarına takıldı... Sebebi farklı ama, 'Bunu bloga koysam Anlıyorum ve Devam Etmek İstiyorum geyiğini biz de yaşar mıyız?' diye düşündüm. O bakımdan yani... Tabi öyle bir durum söz konusu olamaz, çünkü mevzu bahis olan kişi Tark'ın ta kendisi...

Bir rahatsızlık söz konusu olmayacağından emin olduğumda da koyuverdim fotoğrafları... Bir arkadaşım var Tark hastası, ona gösterdim fotoğrafları, o da meme uçlarına takıldı. Halbusi saçlar yakıyor arkadaş, e tabi orası macera dolu ımeeerika, nev york falan... Sıkıyorsa gel Adapazarı'na...

17 Eylül 2009 Perşembe

Nereye Ulan!

Unirea savunma oyuncusu Vasile Maftei, Sevilla maçında Diego Capel'i böyle durdurmaya çalışıyor...

Fotoğraf: Getty Images

16 Eylül 2009 Çarşamba

Açma-Germe

Mehdi Carcela ve Axel Witsel Standard Liege antrenmanında...

Fotoğraf: Getty Images

Champions League @ İnönü

Fotoğraf: the Sun

Hocam?

Grupların belli olduğu dakikadan itibaren, özellikle ilk maçı United ile oynayacağımızı öğrendiğimde, bu United'ı yeneriz diyordum her bulunduğum ortamda. O ana kadar izlediğim United'ın önceki sezonlarla alakası yoktu ve İnönü'de galip geleceğimize inanmaya başladım. Bu haftasonu oynanacak olan Man. City maçı sebebiyle de Ferguson'un bu maçı rolantide alacağını, bu önemli derbi için Şampiyonlar Ligi'nin ilk maçında kaybedeceği puanların, sezon başından beri salladığı City'e yenilmekten daha önemli olmayacağını düşünüyordum. Dün böyle bir takım vardı sahada, Beşiktaş'ın üzerine gelmeyen bir United. Belki de dünkü United'ı bu sezon değil de başka bir zaman yakalasaydık galip gelme şansımız olabilirdi ama bu sezonki Beşiktaş da kendi şansızlığımız oldu bana kalırsa. Sezon başından beri, her maçtan sonra aynı repliği söyleyip duruyoruz; "İyi oynadık ama gol atamadık..." İyi takım savunması yapıyoruz ama gol pozisyonuna giremiyoruz. Buna nasıl bir çözüm bulacağız bilmiyorum ama Bobo'yu 18 bile almayarak, Tabatalarla, Nobrelerle, Fink yerine Ekremlerle, solda İbrahimlerle olmayacak Mustafa hocam. Umarım, istenmeyen adam Delgado tez zamanda iyileşip öyle bir geri dönüş yapar ki, o istemeyenlere güzel bir kapak olur.

Fotoğraf: Getty Images

My name is Ibrahim Uzulmez and I use Clear for Men

Fotoğraflar: Getty & Reuters

15 Eylül 2009 Salı

%100 Liverpool

Çok yakın bir arkadaşımın kardeşi geçtiğimiz aylarda yaz okulu için İngiltere'ye gitti. Kendisi fanatik bir Galatasaraylı olup Avrupa futbolunu da takip etmekte. Arkadaşları ile yaz okulundan fırsat bulup gezmeye çıktığında şu figürle karşılaşmış, hemen çekivermiş. Şimdi bunu Beşiktaş ya da Liverpool'un United galibiyetinden sonra koysam ayıp olur. Gerçi şimdi koyunca, United'ın muhtemel çakışlarında bu resim dönüp dolaşır beni bulur Douglas ve İsmo bilenirse heh heh.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Karmaşık

Özellikle son 1 haftadır sanki hiçbir konuyla ilgilenmiyormuşum gibi geliyor. Maçlar, dünyada yaşanan olaylar, arkadaş sohbetleri, iş... Aslında bu saydıklarımın hepsini yapıyorum. Bir yandan çalışırken, bir yandan arkadaşlarımla buluşup maç izliyorum, gündemi takip ediyorum. Ama iş bazen öyle bir duruma geliyor ki, belirsizlikler ve işin uzaması kafamı tamamen onunla dolduruyor ve başka şeylerle ilgilensem bile toparlayamıyorum. Bunu bloga post atma evresine çekersek, ne milli maçlar, ne gündem, ne de geyik muhabbetini toparlayıp şu sayfalara adam akıllı dökemiyorum. Cumartesi tüm gün dışarıda dolandıktan sonra ofise gelip toplantı odasında Türkiye-İspanya ve ardından Galatasaray-Beşiktaş maçını izledik, Şaban ve Beşiktaş- Man. United maçı için İstanbul'a gelen İsmail de vardı. Ama bünye o kadar yorgun ve dolu ki izlediklerimi ya da yaptıklarımı yazıya dökemiyorum bir türlü. Dönem dönem bu problem ortaya çıkıyor bende ki birden fazla aktiviteyi aynı anda yaptığım dönemlerde oluyor genelde. İşin yoğun olduğu dönemlerde ortaya çıktığını görüyorum ve bu yukarıda yazdığım gibi kafamın dolu olmasından kaynaklanıyor. Şu olayı anlatırken bile zorluk çektim. Ne zaman biter bilmiyorum ama düşüncelerimi, gördüklerimi ve okuduklarımı toplarlama sorunu çekiyorum. Fotoğraf bile koymuyorum dayı, sen düşün artık. Bir başka sebebi de, yine bünyeyi fazla doldurmaktan dolayı anca toplarlandığımda olayların güncelliğini kaybetmiş olması. Ben de bu pasif dönemimde ne yaptım? Torinolu ve Numaraiki'de Hall of fame, Eurobasket ve US Open okuyarak keyiflendim. Cem zaten yazıyordu da, Torinolu tayfası böyle devam etsin lütfen. Reklam repliği gibi oldu biraz sanırım ama neyse, yüreğinize sağlık.

13 Eylül 2009 Pazar

7-1

Şimdi videoyu koyuyorum koymasına ama aman haaa, yanlış anlaşılmasın Beşiktaş'a nazire yapar değilim. Tam da Şaban'ın postun üstüne denk geliyor bir de... Videoları gezerken denk geldi de görünce 'aha CL'nin ilk haftası yaklaşırken mazideki bu maçı koymadan olmaz' dedim ve... Buyrun, ne maçtı be;


Ha inşallah bu saatten sonra bilet buluruz da orada oluruz, hem dünya gözüyle bir United görürüz hem de eş dost ile Beşiktaş'ın yanında oluruz... Hadi bakalım!

Edit: Bilet kalmamış lan... Kayhan Abiiiiii, canım abim telefonlarıma çıkmıyorsun. Nedir bu gerginlik? Hıhahahha...

Serdar Özkan

Dünkü maçı kaybettik, eyvallah. Ama Serdar Özkan'a laf edeni haşlarım. Koca maç boyunca, hücumda olumlu birşeyler yapmaya çalışan yegane oyuncu oydu. Soluna çektiği iki pozisyonu da bitirebilseydi maçın kahramanı olacaktı, olmadı. Böyle oynamaya devam etsin, elbet kahraman olacağı günler de olacaktır.

Rüştü, yatacak yerin yok.

Son söz de yine medyaya gitsin. Galatasaray'ın galibiyetiyle zafer şarkıları söyleyen medyadan, Leo Franco'nun top elinde ceza sahası dışına kaydığı pozisyon hakkında konuşmasını bekleyemezsin. Neden? Hakemler hakkında konuşunca, hakemlerin morali bozuluyor değil mi? Çok afedersiniz, açısı dahilinde olan bu pozisyonu atlayan yan hakemin moraline sıçarım.

Neyse dayı, salı İnönü'deyiz. Hoca'nın akla mantığa uygun bir kadro çıkarması dileğiyle.